Çok eski zamanlardan günümüze ulaşan küçük
bir hikayeye göre, bir zamanlar Çin’de bir lord, ailesinden diğer fertlerin de hekimlik
yaptığını bildiği kendi tabibine, kardeşlerden hangisinin daha marifetli
olduğunu sormuş.
İsmi o günün Çin’inde ‘tıp’ ilmiyle eş
anlamlı kullanılacak kadar büyük bir şöhrete sahip olan hekim şöyle cevap
vermiş:
“En büyük ağabeyim hastalık henüz kötü
bir ruh halindeyken onu görüyor ve henüz ortaya çıkmadan onu yok ediyor. Bu
sebeple ismi/şöhreti evimizin dışına dahi çıkamaz.
Onun bir küçüğü olan ağabeyim ise
herhangi bir hastalığı en erken aşamasındayken iyileştiriyor. Bu yüzden ismi/şöhreti
mahallemizin dışına dahi ulaşmaz.
Bana gelince, ben damarları deliyorum,
reçeteyle ilaç yazıyorum ve masaj yapıyorum. Bundan dolayı olsa gerek ki ismim
zaman zaman lordlara kadar ulaşır.”
Ming hanedanlığı döneminde bir
eleştirmen bu küçük hikayeyle ilgili şu yorumlarda bulunur: “Ülkeleri yöneten
liderler, orduları komuta eden komutanlar için esas olan bundan farklı bir şey
değildir. Eski zamanlardan kalan bu hekim hikayesinde anlaşılabileceği gibi,
strateji ve bilginin etkinliğinin doruk noktası çatışmayı tamamen gereksiz hale
getirmektir: Yani yeteneklerin en iyisi savaşmadan başkalarının ordularının
üstesinden gelmektir.”
Şüphesiz ki biz bu metindeki “başkalarının
orduları” yerine Türkiye bağlamında boğuşup durduğumuz “sorunları” anlamalıyız.
“Zoru
henüz kolayken tasarla, büyüğü henüz küçükken yap. Dünyanın en zor işleri henüz
kolayken gerçekleştirilmeli, dünyanın en büyük işleri henüz küçükken
yapılmalıdır. Bu nedenle bilgeler asla büyük olanı yapmazlar ve ululuklarına bu
yolla ulaşırlar.”
Yukarıdaki hikaye de, üstteki
paragraftaki tavsiye de Çinli düşünür Sun Tzu tarafından binlerce yıl önce kaleme
alınmış olan meşhur “Savaş Sanatı – Sun-tzu ping-fa” kitabından. Benzer bir
kitap olan “Denge ve Uyum Kitabı – Chung-ho chi”de ise büyümekte olan bir
sorunla baş etmek için gerekli olanın “Engin bilgi/bilgelik ve güçlü eylem”
olduğuna vurgu yapılıyor. Bu kitapta da şu değerli tavsiyelerde bulunuluyor:
“Engin bilgelik dediğimiz şey, karmaşanın
farkına karmaşa henüz çıkmadan, tehlikenin farkına tehlike henüz varmadan, yıkımın
farkına yıkım henüz olmadan ve belanın farkına bela kapıyı henüz çalmadan varabilmek yeteneğidir.”
“Güçlü eylem denilen şey ise, kendine
yük oluşturmasına meydan vermeden bedenini eğitebilmek, seni elinde oyuncak etmesine
müsaade etmeden zekanı kullanabilmek, dünyadan etkilenmeden dünyada çalışmayı
başarabilmek, vazifelerinin seni engellemesine müsaade etmeden vazifelerini
yerine getirmektir.”
“Derin bilgelik ilkesine uyan biri
karışıklığı düzene, tehlikeyi emniyete, yıkımı hayatta kalmaya, belayı da
fırsata çevirebilme gücüne sahiptir. Bu yolda atılan sağlam adımlarla kişi
bedenini uzun bir yaşama, zekasını gizemli bir alana, dünyayı eşsiz bir barışa
ve yapılacak vazifeleri ise gerçekliğe kolaylıkla taşıyabilir.”
“Çin
felsefesine müracaat etmek de şimdi nereden çıktı?” diye sorabilirsiniz.
Haklısınız… Müsaadenizle açıklayayım: Son 10 yıldır Türkiye uzun bir geçmişe
sahip sorunlarını tek tek çözmek için önemli adımlar atıyor. Hükümet bu adımlara
sonuç alıcı şekilde hız kazandırdığında tüm demokratların güçlü desteklerini alıyor.
Değişim, reform ve akutlaşmış sorunların çözüm süreçlerinde yavaşlama ya da
geri adımlar görüldüğünde ise hükümet sert eleştirilere muhatap oluyor.
Özellikle karar alma süreçlerine
katılım, çevre sorunları, denetim, hesap verebilirlik ve şeffaflık konularında olmak
üzere son dönemde şahit olduğumuz bazı karamsarlık unsurlarının yanı sıra, uzun
bir aradan sonra, son günlerde Türkiye’de bazı güzel şeyler de oluyor. Mesela, 30
Eylül günü, oldukça yetersiz de olsa bir demokratikleşme paketi açıklandı. Bu kapsamda
hak ve özgürlüklerinin önüne akıl almaz engeller konularak bugüne kadar mağdur
edilmiş toplumun belirli kesimlerinde rahatlamaya yol açan adımlar atıldı. Bir
eğitim dili olarak Kürtçenin çok kısıtlı bir alanda da olsa önünün açılmasını
ve başörtülü kadınların yine kısıtlı da olsa kamu sektöründe çalışmasının
önündeki engellerin kaldırılmasını bu bağlamda değerlendirebiliriz. Son olarak
kadınlarının yüzde 65’i başörtülü olan bu ülkede başörtüsü takan bazı kadın
vekillerin Meclis’e nihayet bu kıyafetleriyle girebilmesi de bu önemli adımlardan
birini oluşturdu.
Ama sorunlar burada bitiyor mu? Keşke
öyle olsa… Hemen belirtmeliyim ki, bu ülkede yaşayan tek tek her vatandaş, her
dinsel, etnik, kültürel, sosyal ya da siyasal grup kendisini tam özgür hissetmediği
müddetçe hiçbirimiz aslında gerçekten hak ve özgürlüklerimize tam kavuşmuş
sayılmayız. Bu noktada, 2008 yılında başörtüsüne özgürlük konusunda AKP ve MHP’nin
akim kalan bir girişimi esnasında başörtülü kadınların, Kemalist-militarist sistem
tarafından ötekileştirilmiş ve mağdur edilmiş diğer toplumsal kesimlerin hak ve
özgürlük sorunlarının da çözülmesini talep etmek için başlattığı “Henüz Özgür
Olmadık” kampanyasını hatırlamamız ve herkese samimiyetle hatırlatmamızda fayda
var.
Kendiliğinden gelişen o kampanyada üniversitelerde
başörtüsü yasağı kalksa bile bu ilkel yasağın mağduru olan kadınların, diğer
toplumsal kesimlerin önündeki yasaklar ve hak ihlalleri ortadan kaldırılmadan “mutlu
olmayacakları” güçlü bir şekilde dile getiriliyordu. Bildiride değinilen
sorunlar arasında Kürt sorununun sürmesi, faili meçhul cinayetlerin üzerine
gidilmemesi, gayr-i müslim vatandaşlarımızın haklarının ve vakıf mallarının
iade edilmemesi, TCK’nın 301. Maddesi’nin sebep olduğu mağduriyetlerin
giderilmemesi, Alevilerin tanınma ve cemevi taleplerinin görmezden gelinmesi,
bilimsel özgürlüğün önündeki en büyük engel olarak tarif edilen YÖK’ün
kaldırılmaması, 12 Eylül darbe anayasasının hala ortada durması sayılmaktaydı.
Zikredilen bu sorunların bir kısmını, o
tarihten bugüne kadar geçen süre içerisinde çözen ya da bazı sorunları
hafifleten hükümetin hakkını elbette vermek lazım. Ancak çözüme kavuşturulan sorunların
hala çözüm bekleyen sorunlar yanında çok az kaldığını da tespit etmek gerekmez
mi? Öte yandan, dünün yanlış politikalarının mirası olan sorunları çözerken
bugün tercih edilen siyasi üslubun ürettiği yeni sorunları da elbette bir yere
not etmek gerekmez mi?
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Cumartesi
günü Kızılcahamam’da düzenlenen AKP istişare toplantısında yaptığı konuşmada “Yeni
Türkiye’de geçmişin prangaları da imtiyazlı sınıfları da olmayacak” demiş.
Sonra da “baskıları kaldırarak Türkiye’yi normalleştiriyoruz,” diye eklemiş. Bu
sözleri bir kısım yapılanların ifadesi olduğu kadar yapılması gerekenler için
bir vaat olarak da almak lazım. İşte bu yüzden yukarıdaki hikayeyi ve
tavsiyeleri hatırlatma gereği duydum.
Geçmişte devletin türlü baskılarla sebep
olduğu, on yıllarca görmezden gelerek ihmal ettiği sorunlara nasıl ki bugün kolayca
bir çözüm bulamıyorsak, yarın çözümü zor olacak sorunların teşekkülüne de bugünden
imkan vermemeliyiz. Var olan veya belirmekte olan sorunları da erken teşhis
edip kangrene dönüşmeden çözmeliyiz. Bu açıdan bakıldığında Kürt sorununu,
Alevi sorununu, gayr-i müslim vatandaşlarımızın sorunlarını, iktidar destekçileri gibi
düşünmeyen ve yaşamayanların sorunlarını yeterince ciddiye alıp, çözüm
yollarını samimiyetle aradığımız söylenebilir mi? Ortaya çıkan sorunları, Kürt
sorununda olduğu gibi iyice ete-kemiğe bürünmeden, ciddi bir tehdit haline gelmeden
çözsek daha iyi olmaz mı?
Yani özetle diyeceğim o ki; bu ülkeyi
yönetenlerin artık bir karar vermesi lazım. Bu ülkeyi yönetme sorumluluğunda olanlar
ne olmak istiyorlar? O küçük Çin hikayesinde olduğu gibi ismi evinin dışına
çıkmayan ama sorunu daha oluşmadan yok eden en büyük hekim kardeş mi olmak istiyorlar?
Yoksa hastalığın ilk belirtileriyle birlikte zamanında ve yerinde müdahaleyle soruna
çözüm bulduğu için ismi mahallesinin dışında bilinmeyen ortanca hekim kardeş gibi
mi olmak istiyorlar? Yoksa kangrene dönüşmüş sorunları çözdüğü için şöhreti
dünyaya yayılmış, krallara bile ulaşmış küçük hekim kardeş mi olmak arzusundalar?
Nedense gürültücü Türk siyasetine
baktığımızda büyük ve ortanca hekim kardeşler gibi olan siyasetçilere ve liderlere
pek rastlayamıyoruz. Ama Allah’a binlerce şükürler olsun ki, en azından şöhreti
dünyayı sarmış küçük hekim kardeş niteliğindeki yöneticilere çokça sahibiz. Ya
onlar da olmasaydı!..
English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes-330484-freedom-for-all.html
English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes-330484-freedom-for-all.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder