3 Kasım 2013 Pazar

Herkes için özgürlük


Çok eski zamanlardan günümüze ulaşan küçük bir hikayeye göre, bir zamanlar Çin’de bir lord, ailesinden diğer fertlerin de hekimlik yaptığını bildiği kendi tabibine, kardeşlerden hangisinin daha marifetli olduğunu sormuş.

İsmi o günün Çin’inde ‘tıp’ ilmiyle eş anlamlı kullanılacak kadar büyük bir şöhrete sahip olan hekim şöyle cevap vermiş:

“En büyük ağabeyim hastalık henüz kötü bir ruh halindeyken onu görüyor ve henüz ortaya çıkmadan onu yok ediyor. Bu sebeple ismi/şöhreti evimizin dışına dahi çıkamaz.

Onun bir küçüğü olan ağabeyim ise herhangi bir hastalığı en erken aşamasındayken iyileştiriyor. Bu yüzden ismi/şöhreti mahallemizin dışına dahi ulaşmaz.

Bana gelince, ben damarları deliyorum, reçeteyle ilaç yazıyorum ve masaj yapıyorum. Bundan dolayı olsa gerek ki ismim zaman zaman lordlara kadar ulaşır.”

Ming hanedanlığı döneminde bir eleştirmen bu küçük hikayeyle ilgili şu yorumlarda bulunur: “Ülkeleri yöneten liderler, orduları komuta eden komutanlar için esas olan bundan farklı bir şey değildir. Eski zamanlardan kalan bu hekim hikayesinde anlaşılabileceği gibi, strateji ve bilginin etkinliğinin doruk noktası çatışmayı tamamen gereksiz hale getirmektir: Yani yeteneklerin en iyisi savaşmadan başkalarının ordularının üstesinden gelmektir.”

Şüphesiz ki biz bu metindeki “başkalarının orduları” yerine Türkiye bağlamında boğuşup durduğumuz “sorunları” anlamalıyız.

 “Zoru henüz kolayken tasarla, büyüğü henüz küçükken yap. Dünyanın en zor işleri henüz kolayken gerçekleştirilmeli, dünyanın en büyük işleri henüz küçükken yapılmalıdır. Bu nedenle bilgeler asla büyük olanı yapmazlar ve ululuklarına bu yolla ulaşırlar.”

Yukarıdaki hikaye de, üstteki paragraftaki tavsiye de Çinli düşünür Sun Tzu tarafından binlerce yıl önce kaleme alınmış olan meşhur “Savaş Sanatı – Sun-tzu ping-fa” kitabından. Benzer bir kitap olan “Denge ve Uyum Kitabı – Chung-ho chi”de ise büyümekte olan bir sorunla baş etmek için gerekli olanın “Engin bilgi/bilgelik ve güçlü eylem” olduğuna vurgu yapılıyor. Bu kitapta da şu değerli tavsiyelerde bulunuluyor:

“Engin bilgelik dediğimiz şey, karmaşanın farkına karmaşa henüz çıkmadan, tehlikenin farkına tehlike henüz varmadan, yıkımın farkına yıkım henüz olmadan ve belanın farkına bela  kapıyı henüz çalmadan varabilmek yeteneğidir.”

“Güçlü eylem denilen şey ise, kendine yük oluşturmasına meydan vermeden bedenini eğitebilmek, seni elinde oyuncak etmesine müsaade etmeden zekanı kullanabilmek, dünyadan etkilenmeden dünyada çalışmayı başarabilmek, vazifelerinin seni engellemesine müsaade etmeden vazifelerini yerine getirmektir.”

“Derin bilgelik ilkesine uyan biri karışıklığı düzene, tehlikeyi emniyete, yıkımı hayatta kalmaya, belayı da fırsata çevirebilme gücüne sahiptir. Bu yolda atılan sağlam adımlarla kişi bedenini uzun bir yaşama, zekasını gizemli bir alana, dünyayı eşsiz bir barışa ve yapılacak vazifeleri ise gerçekliğe kolaylıkla taşıyabilir.”

 “Çin felsefesine müracaat etmek de şimdi nereden çıktı?” diye sorabilirsiniz. Haklısınız… Müsaadenizle açıklayayım: Son 10 yıldır Türkiye uzun bir geçmişe sahip sorunlarını tek tek çözmek için önemli adımlar atıyor. Hükümet bu adımlara sonuç alıcı şekilde hız kazandırdığında tüm demokratların güçlü desteklerini alıyor. Değişim, reform ve akutlaşmış sorunların çözüm süreçlerinde yavaşlama ya da geri adımlar görüldüğünde ise hükümet sert eleştirilere muhatap oluyor.

Özellikle karar alma süreçlerine katılım, çevre sorunları, denetim, hesap verebilirlik ve şeffaflık konularında olmak üzere son dönemde şahit olduğumuz bazı karamsarlık unsurlarının yanı sıra, uzun bir aradan sonra, son günlerde Türkiye’de bazı güzel şeyler de oluyor. Mesela, 30 Eylül günü, oldukça yetersiz de olsa bir demokratikleşme paketi açıklandı. Bu kapsamda hak ve özgürlüklerinin önüne akıl almaz engeller konularak bugüne kadar mağdur edilmiş toplumun belirli kesimlerinde rahatlamaya yol açan adımlar atıldı. Bir eğitim dili olarak Kürtçenin çok kısıtlı bir alanda da olsa önünün açılmasını ve başörtülü kadınların yine kısıtlı da olsa kamu sektöründe çalışmasının önündeki engellerin kaldırılmasını bu bağlamda değerlendirebiliriz. Son olarak kadınlarının yüzde 65’i başörtülü olan bu ülkede başörtüsü takan bazı kadın vekillerin Meclis’e nihayet bu kıyafetleriyle girebilmesi de bu önemli adımlardan birini oluşturdu.

Ama sorunlar burada bitiyor mu? Keşke öyle olsa… Hemen belirtmeliyim ki, bu ülkede yaşayan tek tek her vatandaş, her dinsel, etnik, kültürel, sosyal ya da siyasal grup kendisini tam özgür hissetmediği müddetçe hiçbirimiz aslında gerçekten hak ve özgürlüklerimize tam kavuşmuş sayılmayız. Bu noktada, 2008 yılında başörtüsüne özgürlük konusunda AKP ve MHP’nin akim kalan bir girişimi esnasında başörtülü kadınların, Kemalist-militarist sistem tarafından ötekileştirilmiş ve mağdur edilmiş diğer toplumsal kesimlerin hak ve özgürlük sorunlarının da çözülmesini talep etmek için başlattığı “Henüz Özgür Olmadık” kampanyasını hatırlamamız ve herkese samimiyetle hatırlatmamızda fayda var.

Kendiliğinden gelişen o kampanyada üniversitelerde başörtüsü yasağı kalksa bile bu ilkel yasağın mağduru olan kadınların, diğer toplumsal kesimlerin önündeki yasaklar ve hak ihlalleri ortadan kaldırılmadan “mutlu olmayacakları” güçlü bir şekilde dile getiriliyordu. Bildiride değinilen sorunlar arasında Kürt sorununun sürmesi, faili meçhul cinayetlerin üzerine gidilmemesi, gayr-i müslim vatandaşlarımızın haklarının ve vakıf mallarının iade edilmemesi, TCK’nın 301. Maddesi’nin sebep olduğu mağduriyetlerin giderilmemesi, Alevilerin tanınma ve cemevi taleplerinin görmezden gelinmesi, bilimsel özgürlüğün önündeki en büyük engel olarak tarif edilen YÖK’ün kaldırılmaması, 12 Eylül darbe anayasasının hala ortada durması sayılmaktaydı.

Zikredilen bu sorunların bir kısmını, o tarihten bugüne kadar geçen süre içerisinde çözen ya da bazı sorunları hafifleten hükümetin hakkını elbette vermek lazım. Ancak çözüme kavuşturulan sorunların hala çözüm bekleyen sorunlar yanında çok az kaldığını da tespit etmek gerekmez mi? Öte yandan, dünün yanlış politikalarının mirası olan sorunları çözerken bugün tercih edilen siyasi üslubun ürettiği yeni sorunları da elbette bir yere not etmek gerekmez mi?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Cumartesi günü Kızılcahamam’da düzenlenen AKP istişare toplantısında yaptığı konuşmada “Yeni Türkiye’de geçmişin prangaları da imtiyazlı sınıfları da olmayacak” demiş. Sonra da “baskıları kaldırarak Türkiye’yi normalleştiriyoruz,” diye eklemiş. Bu sözleri bir kısım yapılanların ifadesi olduğu kadar yapılması gerekenler için bir vaat olarak da almak lazım. İşte bu yüzden yukarıdaki hikayeyi ve tavsiyeleri hatırlatma gereği duydum.

Geçmişte devletin türlü baskılarla sebep olduğu, on yıllarca görmezden gelerek ihmal ettiği sorunlara nasıl ki bugün kolayca bir çözüm bulamıyorsak, yarın çözümü zor olacak sorunların teşekkülüne de bugünden imkan vermemeliyiz. Var olan veya belirmekte olan sorunları da erken teşhis edip kangrene dönüşmeden çözmeliyiz. Bu açıdan bakıldığında Kürt sorununu, Alevi sorununu, gayr-i müslim vatandaşlarımızın sorunlarını, iktidar destekçileri gibi düşünmeyen ve yaşamayanların sorunlarını yeterince ciddiye alıp, çözüm yollarını samimiyetle aradığımız söylenebilir mi? Ortaya çıkan sorunları, Kürt sorununda olduğu gibi iyice ete-kemiğe bürünmeden, ciddi bir tehdit haline gelmeden çözsek daha iyi olmaz mı?

Yani özetle diyeceğim o ki; bu ülkeyi yönetenlerin artık bir karar vermesi lazım. Bu ülkeyi yönetme sorumluluğunda olanlar ne olmak istiyorlar? O küçük Çin hikayesinde olduğu gibi ismi evinin dışına çıkmayan ama sorunu daha oluşmadan yok eden en büyük hekim kardeş mi olmak istiyorlar? Yoksa hastalığın ilk belirtileriyle birlikte zamanında ve yerinde müdahaleyle soruna çözüm bulduğu için ismi mahallesinin dışında bilinmeyen ortanca hekim kardeş gibi mi olmak istiyorlar? Yoksa kangrene dönüşmüş sorunları çözdüğü için şöhreti dünyaya yayılmış, krallara bile ulaşmış küçük hekim kardeş mi olmak arzusundalar?

Nedense gürültücü Türk siyasetine baktığımızda büyük ve ortanca hekim kardeşler gibi olan siyasetçilere ve liderlere pek rastlayamıyoruz. Ama Allah’a binlerce şükürler olsun ki, en azından şöhreti dünyayı sarmış küçük hekim kardeş niteliğindeki yöneticilere çokça sahibiz. Ya onlar da olmasaydı!.. 

English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes-330484-freedom-for-all.html 






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder