Konuya en başından yanlış yaklaşıldı. Oysa asıl tartışılması gereken konu dershaneler mevzuu olmamalıydı. Ne olup, ne olmayacakları açısından dershanelerin kaderi de olmamalıydı. Hatta konu sadece eğitim konusu bile olmamalıydı. Çünkü her vatandaşın asıl tartışması gereken konu sürekli “Yeni Türkiye” diye propagandası yapılan yeni devletin nasıl bir devlet olacağı olmalıydı. Tartıştığımız, özgürlükler sorunu olmalıydı. Demokrasi sorunu olmalıydı. Hukuk devletinde olmaması gereken bir adalet sorunu olmalıydı. Konu yeniden dizayn edilmekte olan devletin özel hayat, özel mülkiyet, hür teşebbüs konusunda yanlış yöne savrulması olmalıydı. Tartıştığımız konu sıra insanların tercihlerine geldiğinde devlet denen o ceberut aygıtın nasıl dizginleneceği ve insanların tercihlerine nasıl müdahale etmekten alıkonacağı olmalıydı.
Yani
asıl mesele eğitim değil. Dershaneler hiç değil. Enine boyuna tartışmamız
gereken asıl mesele, hiç ummadığımız ellerde yeniden hortlayan, geçmiş
tecrübelerimizden bildiğimiz o ne varsa devletleştirme eğilimindeki devletin
müdahaleciliğinin daha nerelere varabileceğine dair endişelerimiz olmalıydı. Olayı
sadece bazı eğitim kurumlarının devlet zoruyla kapatılmasına indirgeyecek olursak
sorunu küçültmüş oluruz. Hele bu ülkenin yaşadığı diğer sorunlarla mukayese
edildiğinde de tartıştığımız bu konu çok ufak kalır.
Neticede
askeri vesayetin güçlü olduğu dönemlerde bu ülkenin Güneydoğusunda devlet eliyle
3000’den fazla köy boşaltıldı. Köyler tek tek yakıldı. İnsanların evleri yerle
bir edildi. Yüzbinlerce insan evlerinden yurtlarında söküldü. Huzurları
kaçırıldı. Gelecek umutları ve hayatları karartıldı. Bugün AKP hükümetinin
elinde benzer refleksler vermeye başlayan devlet aygıtının eğitimde rekabet ve
fırsat eşitliği adına milyonlarca insana hizmet veren, on binlerce insana ekmek kapısı olan hür
teşebbüs ürünü dershaneleri kapatması 1980’li, 1990’lı yıllarda yaşanan köy
yakmalarıyla mukayese bile edilemeyecek bir zulüm niteliğinde. Çok büyük bir zulüm
ama köyler yakmak, evler yıkmak kadar da büyük bir zulüm değil elbette.
Ama
asıl tartışmamız gereken konu bu da değil. Esas konu, demokratikleşme ve
sivilleşme diye yola çıkan bir siyasal kadronun nasıl olup da bugün o bilindik
eski Kemalist devletin reflekslerini sergilemeye başladığıdır. Dahası asıl tartışmamız
gereken konu, baskıcı devletle hep sorunlar yaşamış muhafazakar kadroların, nasıl
olup da bugün, ellerine geçirdikleri devlet gücünü daha düne kadar mücadele ettikleri Kemalist-Militarist
devletten çok daha hoyratça ve sınırsızca kullanma eğilimine girdikleridir.
Sayın
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, katıldığı bir televizyon programında dershanelerin
kapatılması konusunun 1980’den beri gündemde olduğu söylüyor. Doğru 1982’de 12
Eylül 1980 askeri darbesinin ürünü olan ara rejim hükümetinin gündeminde bu
konu yer almış. Ondan sonra ise devasa eğitim sorunlarının arasında, tüm bu
sorunların bir sonucu ve bir nebze olsun çözümü olan dershaneler, bir daha da gündeme
getirilmemiş. Belli ki elindeki devlet gücünün kendisine verdiği pervasızlıkla
Başbakan Erdoğan, askeri darbe hükümetinin bile kapatamadığı dershaneleri bugün
kapatmayı iyice kafasına koymuş.
Peki,
kafasına koymuşsa kapatır mı? Neden kapatmasın! Başbakan Yardımcısı Bülent
Arınç, pazartesi günü kabine toplantısı sonrası yaptığı açıklamada hükümetin konunun
paydaşlarıyla bir kez daha görüşeceğini söyleyerek “içinizi ferah tutun” dese
de, Arınç’ı bir kez daha “yalancı” durumuna düşürmek pahasına Başbakan Erdoğan’ın
“kapatacağız” açıklaması bu konudaki kararlığını göstermeye yetmez mi?
Elbette
demokrasinin asgari vasatının olduğu herhangi bir ülkede bu kararlılığın, değil
milyonlarca insanı yakından ilgilendiren bir konuda, en ufak bir toplumsal
meselede bile yetmemesi lazım gelir. Bizdeyse durum farklı, sonucun ne
olacağını hep birlikte bekleyip göreceğiz. Bu vesileyle Bakanlar Kurulu’nun tek
tek her üyesinin o kuruldaki gerçek konumunu da görmüş olacağız. Meclis’teki
her vekilin gerçekten hala halkın vekilleri mi olduklarının, yoksa halkı temsil
kabiliyetlerinden tamamen soyunup birer emir kullarına mı dönüştüklerinin tarihi
bir testi de olacak bu süreç.
Hiç
şüpheniz olmasın ki, arz-talep ilişkisi içerisinde ortaya çıkmış olsa da, topluma
ve eğitime faydalı işlere imza atan dershaneleri kapatma inadını anlamakta ve
anlamlandırmakta güçlük çekenler sadece sıradan halk değil. Azıcık vicdanı olan
hiç kimse bu dayatmada ne adalet, ne de mantık görebiliyor. Geçtiğimiz günlerde
dershaneler konusunu ele alan CNN Türk televizyonundaki 5N1K programında programın
ev sahibi Cüneyt Özdemir’in, dershanelerin kapatılmasını savunacak siyasi ya da
sivil bir konuk bulamadıklarını söylemesi Başbakan Erdoğan’ın şahsen aldığı
pozisyonun haksızlığını gözler önüne sermeye fazlasıyla yeter. Ama kim bilir
belki önümüzdeki günlerde, ikna odalarından geçirilerek medyanın kullanımına
amade hale getirilen bazı siyasilerle de karşılaşabiliriz.
Eğitim
açısından, pedagoji açısından, ekonominin arz-talep ilişkisi ve demokrasilerin hür
teşebbüs ilkeleri açısından ve topluma total fayda-zarar denklemindeki yeri
açısından dershanelerin kapatılmasının gerçekten de savunulacak mantıklı ve
vicdani bir yolu olduğunu sanmıyorum. Türkiye’nin onca köklü sorunu yerli
yerinde duruyorken, dershanelerin var olmasına da yol açan devasa eğitim
sorunları gençlerin hayatını karartmaya devam ederken Başbakan Erdoğan’ın dershanelerin
kapatılması konusundaki ısrarını makul gerekçelerle savunabilmek gerçekten imkansız.
Öyleyse Sayın Başbakan savunulması bu kadar zor olan bir şeyi yapmakta neden bu
kadar istekli, neden bu kadar kararlı ve pervasız?..
Ne
yazık ki bu can alıcı sorunun cevabının ne eğitimle, ne ekonomiyle, ne de
sosyal fayda-zarar denklemiyle herhangi bir ilişkisi bulunmuyor. Artık
kendisini iyice devlet yerine koyan Başbakan Erdoğan ve çevresindekiler, anti-demokratik
devletin geleneksel arızalarını düzeltmek yerine, arızalı o yapının bir parçası
haline gelmiş gibi görünüyor. Ve yine ne yazık ki, devleti tek güç, toplumsal
kesimleri ise bu güce mutlak itaat etmesi gereken acınası kullar olarak
görüyor. Devletin bu canavarca gücüne karşı sivil kalarak kendi varlığını
sürdürmeye çalışan her kesim, oluşum ya da meşru toplumsal yapıya karşı
umarsızca savaş ilan ediyor.
Onun
için sorun dershane sorunu ya da özünde bir hür teşebbüs sorunu değil. Tüm bunlar
çok daha büyük bir sorunun sadece birer küçük yansımalarından ibaret. Asıl
meseleyi tek tek her birimizin kaderini bir avuç insanın hüküm ferma olduğu devlet
aygıtına tamamen teslim edip etmeyeceği oluşturuyor. Yani tartışmamız gereken asıl
konu, bu halkın her kesimine çok büyük acılar yaşatmış olan devletin yetki ve sınırlarının
nerede başlayıp nerede bittiğinin tayini sorunudur. Yani sorun bir insan
hakları, temel özgürlükler, demokrasi ve hukuk sorunudur. Bu toplum ne yapıp
edip bu hayati sorunun üstesinden elbirliğiyle gelemezse şayet, belki biraz
karamsar olacak ama, hepimize geçmiş olsun!..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder