Türkiye, Salı günü kuruluşunun 90. yıldönümünü kutladığı Cumhuriyet tarihi boyunca pek çok güzel gelişmenin yanı sıra ayrımcılıklar, haksızlıklar, adaletsizlikler, zulümler, nefret suçu ve nefret söylemlerine de sahne olmuştur. Dininden, inancından, dilinden, ırkından, kültüründen, cinsel yöneliminden, sosyal statüsü veya fiziki özelliklerinden dolayı toplumun farklı kesimleri sürekli olarak bir nefret objesine dönüştürülmüş ve bunun üzerinden akıl almaz ayrımcılıklar gerçekleştirilmiştir.
Sorunun boyutları
toplumun farklı kesimlerinin sadece farklılıklarından dolayı “ötekileştirilmesine”,
baskılara, yağmalamalara ve katliamlara maruz kalmalarına, kamu alanının
tamamından veya bir kısmından dışlanmalarına kadar varmıştır. Son yıllarda
başlayan ve halen devam eden söz konusu yanlışları tüm düzeltme çabalarına
rağmen ne yazık ki bugün de bu türden sorunlar hayatımızın birer parçası olmaya
devam etmektedir. Hatta bazen bu konuda bir alandaki iyileşmeye paralel olarak
bir başka alanda kötüye gidiş bile görülmektedir.
Hiç şüphesiz hükümetin
açıkladığı kısıtlı “demokratikleşme paketi”nde yer alan suç saikiyle nefret
söylemi ve nefret suçuna dair yasal düzenleme vaadi iyiye doğru işaretlerden
biridir. 1990’ların sonunda uğradığı aşağılık bir medyatik linç kampanyası
sonrası sığındığı Paris’te hayatını 2000 yılında kaybeden müzisyen Ahmet
Kaya’ya 28 Ekim günü Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülü verilmesi de bu
düzeltici faaliyetler kapsamında kayda değer cesaret ve önemdeki adımlardandır.
Kürtçe dilinin önündeki engellerin kısmen de olsa kaldırılması, gayri Müslim
vatandaşların haklarının -- henüz çok az da olsa-- kısmen iade edilmesi, henüz
hiçbir sonuç alınamamış olsa da Alevilerle ilgili ciddi çalıştayların
yapılması, dindar kadınların başörtüsü ile eğitimlerini sürdürmelerinin ve kamu
sektöründe çalışmalarının önünün kısmen açılması ve benzeri gelişmeler de bu
konudaki umut veren önemli adımlardandır.
Hiç şüphesiz ki, her
türlü ötekileştirme ve ayrımcılığın özünü esas olarak nefret oluşturduğu için
nefret söylemi ve nefret suçları ile ötekileştirme/ayrımcılık arasında doğrudan
bir bağ vardır. Çünkü hiçbir ayrımcılık, ayrımcılığa uğrayanı farklı kılan kimlik
özelliklerinden ve ayrımcılığı yapanın kendisinden farklı gördüğü bu kimlik özelliklerine
duyduğu nefretten bağımsız düşünülemez. Geçtiğimiz hafta sonu Gazeteciler ve
Yazarlar Vakfı - Medialog Platformu’nun Çok doğru bir zamanlama ve toplumun
değişik kesimlerinden çok doğru aydınlarla Heybeliada’da düzenlediği “Medyada
İfade Özgürlüğü Perspektifinde Kutsala Saygı ve Nefret Söylemi” konulu
toplantıda da kısaca bu görüşleri dile getirdim. Katılımcılar için de son
derece bilgilendirici/bilinçlendirici geçen bu toplantıdan çıkan görüşler bir
bildirgeyle kamuoyuna da duyuruldu.
Söz konusu bildirgede nefret
söylemi ile nefret suçları, hem Türkiye’de hem de dünyada mücadele edilmesi
gereken önemli bir mesele olarak gösterildi. Nefret suçuyla ilgili yasal
düzenlemelerin önemine işaret edilirken, bu konudaki adımların ülkemizde zaten
sorunlu olan ifade özgürlüğünü daha da kısıtlayıcı yeni bir engel getirmemesi
gerektiği vurgulandı. Nefret söyleminin ve kutsala hakaretin deşifre edilmesi
yönünde izleme ve raporlama gibi sivil çalışmalara ağırlık verilmesi istenen
bildirgede, devlet içindeki kimi legal ve illegal yapıların ayrımcılıktaki
tayin edici rolüne de dikkat çekildi. Toplantıda dile getirilen toplumsal
kesimlerin ve bireylerin büyük mağduriyetlerine yol açan bu sorunun giderilmesi
yönündeki birçok görüş ve teklif bildirgede ana hatlarıyla yer aldı. (Bakınız: http://www.medialogplatform.org/Haberler/Detay/2510/
)
Öte yandan, toplantının
katılımcılarından ilahiyatçı-yazar Ali Ünal’ın yaptığı sunum özellikle İslam
dininin konuya nasıl baktığını özetlemesi bakımından son derece önemliydi. Ünal’ın
anlattıklarından anladığım İslam’ın özgürlükçü yorumunun hakaret (defamation)
ve tezyif (blasphemy) defa içermediği müddetçe ifade özgürlüğünün önünde
herhangi bir engel oluşturmadığı gibi farklı inanç ve felsefi görüş sahiplerine
karşı da herhangi bir nefret söylemini gerektirmediği yönündeydi.
Ali Ünal’ın yaptığı sunumdan
yaptığım şu genişçe alıntı sanırım nefret suçu, nefret söylemi ve kutsala saygı
bağlamındaki konuşmanın iyi bir özeti niteliğindedir:
“Dini inanca ve kutsala
saygı, temel insan hak ve hürriyetleri içindedir ve herkes için geçerlidir.
Dolayısıyla benim bu hakkı kendi adıma kullanmam, başkalarının aynı hakkını da
korumamı gerektirir. Madem kutsal, inanç ve onu yaşama en temel insan hak ve
hürriyetleri içindedir, öyleyse o, nefret söylemine tabii tutulamaz; bu,
mukabil ihlali getirir ve bu da çatışma demektir. Bir insan, kendi inancını ve
düşüncesini daha doğru görebilir, onu savunabilir, anlatabilir, usulü
dairesinde tebliğ edebilir; ama bunu yaparken başkalarının düşüncesini ve
inancını tezyif edemez, aşağılayamaz. Bunun gibi, bir düşünce ya da inanç da,
ilmi olarak tenkit edilebilir, tanımı yapılabilir; fakat tenkit de, tanım da
hakaret, tezyif ve aşağılama içeremez. Dolayısıyla, düşünce ve ifade hürriyeti,
asla kutsala, başkalarının inanç ve düşüncesine, daha önce sözü edilen ferdin
asli hak ve özgürlüklerine sözlü veya fiili tecavüze gerekçe olamaz. Tebliğ ile
hakaret ve tezyif; nefret söylemi ile tanımlama ve hakaret ve kışkırtma ile
ilmi eleştiri arasında farkın muhakkak korunması gerekir.”
İletişim ve ulaşım
imkanlarının gelişip hızlanmasıyla gittikçe daha da küçülen dünyamızda geçmişte
birbirine son derece uzak kültürler her geçen gün daha da iç içe girmekte ve birbirlerinden
onca farklılıklarıyla tüm insanlık adeta küçücük bir odada yaşıyormuş gibi bir
hal almaktadır. Bu daralan alanda tüm farklılıklarla kavgasız, gürültüsüz,
çatışmasız bir şekilde huzur ve barış içinde bir yaşam ancak karşılıklı saygı
ve nefret söyleminden arınmış bir “birlikte barış içinde yaşama” kültürü ile
gerçekleştirilebilir. Hal böyle iken, özellikle siyasetçilerin ve medyanın daha
fazla siyasal nüfuz ve güç için kendi aramızdaki en ufak farklılıkları bile
iyice belirginleştirerek bunları kutuplaştırıcı fay hatlarına dönüştürme çabaları
ne kabul, ne de tasvip edilemez.
Bir taraftan ayrımcılık,
nefret söylemi ve nefret suçuna zemin hazırlayan ırkçılık, yabancı düşmanlığı (xenophobia),
İslamofobi, anti-Semitizm ve benzeri yaklaşımlarla küresel ve yerel anlamda mücadele
edilirken, yeni nefret objeleri oluşturma konusunda Türk siyaseti ve medyasının
büyük bir aç gözlülükle çaba harcaması anlaşılır gibi değildir. Sadece Haziran
ayındaki Gezi Parkı protestoları kapsamında karşılıklı üretilen nefret söylemi
bile gittikçe daralan dünyamızda hayatı birbirimize nasıl dar ettiğimizin somut
bir göstergesidir.
English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes-330102-hate-speech-in-politics-and-media.html
English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes-330102-hate-speech-in-politics-and-media.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder