Bazen bir duygu ve
düşünceyi hakkıyla ifade etmek için sayfalar dolusu yazı yazmak gerekir. Bazen
ise o baskın duygu ve düşünceyi ifade için bir cümle yeter. Hatta bazen öyle
bir durumla karşı karşıya kalınır ve öyle bir yoğun duyguya kaptırır ki insan kendini
adeta söyleyecek söz bulamaz. Sayfaların, paragrafların, cümlelerin
anlatamadığı şey içinize bazen bir enerji saçan dinamo, bazen bir yumruk gibi
yerleşen o duyguda karşılığını bulur adeta. Bazen bu duygu kabına sığmaz bir
coşku ve sevinç olur. Bazen dayanılmaz bir acı, hüzün ve öfkedir sizi
sarmalayan. Bazense şahit olduklarınız yüzünüzü kızartır ve taşıyamayacağınız
bir utanç olup bağrınıza yerleşir.
Türkiye’de bir askeri muhtıra sonrası kurulan
ara rejimin 1971 yılında kapısına kilit vurarak eğitim faaliyetlerine son
verdiği Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılmasına dair süren tartışmalar
karşısında ben şahsen bu duyguyu yaşıyorum. Hissettiğim duyguyu anlatmak için “shame”
dışında söyleyecek bir kelime de bulamıyorum. Aslında halden anlayanlar bilirler
ki bu tür utanç verici durumlarda kelime israfına zaten gerek yoktur. Ruhunuzu
bir mengene gibi sıkıştıran o kesif hissin kelimelere dökülmesi dahi aslında
lüzumsuzdur. Okumanız için şu an bu yazıyı kaleme alırken benim işte böyle
lüzumsuz bir işle uğraşmakta olduğumu
bilin.
Yazıya öncelikle bir
itirafla başlayayım. Dini inanışı veya etnisitesi çoğunluktan farklı olan kendi
vatandaşlarımızın en tabii haklarını bir başka ülkenin azınlıktaki kendi
vatandaşlarına yönelik anti demokratik uygulamalarına karşı bir pazarlık unsuru
haline getirmenin çoğulcu, özgürlükçü demokrasi anlayışıyla, her vatandaşına
eşit muamele etmesi gerektiği varsayılan hukuk devleti olmakla nasıl
bağdaştırılabildiğini doğrusu ben bir türlü anlayamıyorum. Demokrasiyi, hukuk
devleti olmayı bir kenara bırakın tüm bunların bir insan, hele hele de Müslüman
bir insan olmakla neresinin bağdaştığını samimiyetle merak ediyorum. Kendi
vatandaşlarımızı birilerine karşı elimizde koz olarak tuttuğumuz rehineler gibi
görme ahlakını sahi hangi ara, nereden edindik biz! Ağzımızı her açtığımızda büyük
bir gururla bahsettiğimiz ve mirasçısı olmakla sürekli övündüğümüz atalarımızın
hangi uygulamasından örnek aldık bu pejmürde pazarlıkçılığı? Sahi o atalarımızın
gerçekten ne kadar mirasçısı olabildik?
Sınırları içerisinde
barındırdığı farklı inanç ve kültürlere bugün ulaştığımız medeniyet seviyesinde
olduğundan bile daha geniş bir hoşgörüyle yaklaştığı için mirasçısı olmakla
övündüğümüz atalarımızdan hangisi böyle davranmıştı? Osmanlı mı? Selçuklu mu?..
Hangi atamız şu tuhaf cümleleri son derece normal bir şey söylüyormuş rahatlığı
içerisinde ifade ederdi dersiniz: “Bizim için Ruhban Okulu meselesinin çözümü,
anlık bir meseledir. Biz bir şeyin iadesini yaparken, bir şeylerin de iadesini
bekleme hakkına sahibiz. Fethiye Camisi ve diğer cami ile Batı Trakya’daki
kardeşlerimizin baş müftü seçimini birlikte, aynı zamanda yapalım, o zaman biz
ruhban okulunu da açarız…”
Anlayan varsa bana da
açıklasın lütfen. Yunanistan’ın kendi toprakları üzerinde azınlık durumundaki
Türk ve Müslüman vatandaşlarının en tabii haklarını inkar etmesi ve onlara bu
açıdan zulmetmesi, kendi vatandaşlarımızın en tabii haklarını gasp etmemize
nasıl bir meşruiyet sağlayabilir? Kendi halkımızın hak ve özgürlükleri ne
zamandan beri başka ülkeyle giriştiğimiz bir pazarlığın konusu haline geldi? Bu
devlet bir korsan devlet mi ki bir kısım vatandaşlarının hakkını iade etmek
için bir başka ülkeden ayniyle bir çeşit fidye istiyor? Bu neyin pazarlığıdır?
İlkeleri umursamıyor olsanız dahi, kendi vatandaşlarınızın haklarını teslim
etmenin sizi ahlaken daha güçlü bir konuma getireceğini gerçekten göremiyor
musunuz? Böyle bir moral üstünlüğün başka ülkelerdeki hak ihlalleri, baskı ve
zulümlere karşı daha gür sesle mücadeleyi kolaylaştıracağını da mı
hesaplayamıyorsunuz?
Yoksa bu ülkedeki
farklı yaşam tarzlarına, farklı inançlara ya da etnisiyete sahip nispeten
azınlıktaki vatandaşların haklarının hala tas tamam iade edilmemesi de bu
hakları pazarlık konusu edecek bir muhatabın bulunamamasından mı kaynaklanıyor?
Belki o da yapılır. Mesela Alevi vatandaşlarımızın hakları sorununu belki bir
başka komşumuzda olup bitenlere dair pazarlıkla çözmek de istenir. Kürt
vatandaşlarımızın en temel haklarının ise pazarlık konusu yapılacağı bir
muhatap zaten çoktan bulundu… Terör örgütü PKK adım attıkça Kürt haklarının ucu
gösteriliyor, PKK farklı davrandıkça Kürt vatandaşlarımızın hakları öteleniyor.
Sahi bizim uğruna
yıllardır mücadele verdiğimiz demokrasi, insan hakları ve özgürlükler
anlayışımız gele gele buraya mı geldi? Durum şayet buysa, hep birlikte
geriletilmesi için çaba harcadığımız militarist-Kemalist devletle de, derin
devlet çeteleriyle de boşuna uğraşmışız. Neticede, onlar da inançlarına,
kültürlerine ve etnisitelerine göre kısımlara ayırdıkları vatandaşlarımızın en
tabii haklarını ya tamamen inkar ediyorlardı ya da bugün olduğu gibi
“mütekabiliyet” adı altında bir pazarlık mevzuu haline getiriyorlardı.
Şunu hepimiz artık
anlamalıyız ki, 9. yüzyılda inşa edilmiş bir kilise binası üzerinde 1844’te
eğitime başlamış Heybeliada Ruhban Okulu’nun 1971 yılında kapatılması hukuk
devleti ve demokrasi olduğunu iddia eden bir ülkenin taşıyabileceği türden bir
utanç değildir. Bu ülkede kala kala bir-kaç bin Rum vatandaşın kalmış olması
nasıl ki devletin ve millet olarak hepimizin bir utancıysa, Ruhban Okulu’nun
kapalı kaldığı her bir gün de bu hükümetin ve hepimizin bir utancıdır.
Tıpkı yıllarca Kürt
vatandaşlarımızın Kürt kimliğini, muhafazakar vatandaşlarımızın dinsel görünürlüğünü,
Alevi vatandaşlarımızın cemevi talebini reddettiği gibi 300 milyondan fazla
bağlısı olan patrikhanenin ekümenikliğini inkar eden bu arkaik anlayışın artık
tartışılmasının ve sorgulanmasının zamanı çoktan gelmiştir.
Atalarımızın tabii bir
özgüven ve rahatlık içerisinde yüzlerce yıl bağrında barındırdığı ekümenik
partikhaneyi yeniden bağrımıza basmanın vakti de çoktan gelmiştir. Ruhban
Okulu’nun Ortodoks vatandaşlarımızın ve ekümenik patrikliğin arzu ettiği
şekilde, “eğersiz” ve “amasız” olarak açılması bu yönde çok önemli bir adım
olacaktır. Sayıları birkaç bine düşen sadece Rum vatandaşlarımız için değil 300
milyonu bulan Ortodoks camianın din adamı ihtiyaçları gözetilerek, tıpkı
eskiden olduğu gibi, bu okula Türk vatandaşı olmayanların da devam etmesinin
önü açılmalıdır. Açılmalıdır ki, millet olarak bu ilkel yasakçılığın hepimizi
içine attığı o korkunç utançtan hep birlikte kurtulalım.
English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes-328679-shame.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder