24 Ekim 2013 Perşembe

Yeni Türkiye’nin yeni medya düzeni



Çoğulcu, bağımsız ve özgür medya demokrasilerin olmazsa olmazıdır. Bir ülkede demokrasinin kalitesini, kalibresini ve o ülkede hukukun özgürlüklerden yana olup olmadığını anlamak için başka bir şeye değil, medyasının ne kadar özgür olduğuna, gazetecilerinin kendilerini ne kadar özgür hissettiklerine bakmanız yeter.
Türkiye’de tüm diğer özgürlük alanları gibi basın ve ifade özgürlükleri alanında da hep sorunlar olagelmiştir. Dönemsel ve nispi rahatlamalar istisna tutulursa ülkedeki baskın yasakçı iklimin oluşturduğu baskılar medyada hep bir çeşit oto-sansürü gerektirmiştir. Bu baskı bazen doğrudan devrin muktedirin talimatlarıyla gerçekleştirilmiş, bazen de medya sahiplerinin diğer sektörlerdeki işleri üzerinden köşeye sıkıştırılmasıyla sağlanmıştır. Bu yüzden de medya-siyaset ilişkisi bu ülkede hep önemli bir sorun ve tartışma konusu olmuştur.
“Medya-siyaset ilişkisi” aslında geçmişin gerçeğini tanımlamak için kullanılan bir kalıp. Bu kalıp medyada güç kazanan bazı iş çevrelerinin ordu ve çevresinde yapılanan vesayetçi sistemle işbirliği içerisinde ve kendi çıkarları doğrultusunda siyaseti şekillendirip yön verdiği, hükümetler kurup hükümetler yıktığı dönemi tanımlar. Birer açık toplum olması gereken demokrasilerde bu türden bir ilişki elbette ki tasvip edilemez. Ancak bugünün sorunu “medya-siyaset ilişkisi”nden ziyade “siyaset-medya ilişkisi” üzerinde düğümleniyor.
Yani bugün asıl sorunumuzu medyanın siyasete müdahalesinden ziyade siyasetin medyaya müdahalesi ve medya mühendisliği oluşturuyor. Bu yüzden de sorun sürekli hükümet övgüsü yaptıkları için iktidarca beğenilen bazı gazetecilerin öne çıkarılması, muhalif görülen bazı tecrübeli ve değerli gazetecilerin ise işlerinden edilmesinden çok daha derin ve yapısal. Hükümetin bu konudaki faaliyetleri iktidarının ilk yıllarına kadar uzansa da özellikle derin devlet güçleri ve cunta yapılanmalarına karşı verdiği ayakta kalma mücadelesinde kısmen başarılı olmaya başladığı 2006 yılından beri hız kazanmıştır. 10 yılı aşkın bu süreçte medya sektöründe yaşananları şöyle bir gözümüzün önüne getirdiğimizde ne demek istediğim daha iyi anlaşılır.
Mesela, Türkiye’de sonuna kadar hak ettikleri berbat bir şöhrete sahip olan Uzan Grubu’nun medyasına TMSF tarafından nasıl el konulduğu, bu grubun medyasının yıllarca hükümetçe atanmış isimler tarafından nasıl yönetildiği malum. Uzan grubunun medya organlarının nasıl satıldığı da ortada. AKP’ye en yakın medya grubunun hali hazırda Uzanlara ait bir binada faaliyet gösteriyor olması bile durumu özetlemeye yeter. Ama yine de bazı ayrıntılar vermek istiyorum.
TMSF’nin el koyduğu Star TV açık ve rekabetçi bir ihale ile Doğan Grubu tarafından satın alınmıştı. Gazetenin ise hükümete daha yakın birileri tarafından alınması arzu ediliyordu. Değerli bir madenin işletmesine talip olan muhafazakar bir işadamından maden işletme hakkını verme karşılığında Star gazetesini alması ve hükümet lehine yayıncılıkta kullanması istendi. İşadamı bunu kabul etti. Ancak ihale açıldığında gazete için öngörülen miktarın piyasa değerlerinin üzerinde olduğunu gören bu işadamı ihaleden çekildi ve gazeteyi almadı. Gazete TMSF’nin elinde kalmaya bir süre daha devam ederken hükümet söz konusu işadamına sözünde durmadığı gerekçesiyle yoğun bir baskı yapmaya başladı. İşadamı da panikle bu baskıyı dindirecek bir arayışa girip piyasa değerinde bulduğu bir gazeteyi apar topar satın almak zorunda kaldı. Daha sonra yeniden ihaleye çıkılan Star gazetesi için de teklif verdiğinde artık bu gazeteyi almasına müsaade edilmeyecekti.
Bu örnek ileriki yıllarda defalarca uygulanacak bir modeldi aslında. Bu modelin mantığını kamu imkanlarından faydalandırılan sermaye sahibine bir diyet olarak medya şirketi kurdurmak ya da bir medya grubunu aldırarak hükümet lehine yayıncılığa zorlamak oluşturuyordu. Türkiye’nin o dönem ikinci en büyük medya grubu olan ve yine bu grubun patronunun bankacılık sektöründeki faaliyetlerindeki yanlışlarından dolayı TMSF tarafından el konulan Sabah Grubu’nun el değiştirmesi sürecinde de aynı model uygulamaya konuldu.
Büyük şirketlerin ağzını sulandıran bir rafineri inşaatı yarışmacı bir ihale yerine Başbakan Erdoğan’ın tercihini ihaleden çok önce dile getirerek “bu rafineri ihalesi falanca kardeşimin” dediği kişiye verildi. Bu ve buna benzer büyük inşaat ve enerji ihalelerinde gözetilmenin elbette bir bedeli, bir diyeti olacaktı. Hem de ne diyet! Neticede, bu işadamımızın söz konusu grubun medya varlıklarına 1,1 milyar dolar ödemesine en fazla, yakın çevresine “Sahibi olduğum medya grubu bütünlüğünü korumuş olsaydı dahi bugün en fazla 500-600 milyon dolar ederdi” diyen grubun eski sahibi şaşırmıştı.
Aslında şaşırılacak bir şey yoktu. Nihayet medya grubunu alan işadamı da Körfez ülkelerinden bulduğu ortakla aşağı yukarı o kadar para ödemişti. Geriye kalan 600 milyon dolar ise, grubun değerinin üzerinde ödenen paranın oluşturduğu risklerden dolayı hiçbir özel banka vermeyeceği için, kamu banklarının karşıladığı krediyle tamamlanmıştı.
Olayın özeti şuydu: Bir işadamının önü kamu imkanları kullanılarak açılıyor gibi görünse de aslında önüne konan diyeti itirazsız karşılaması ve hükümetin talimatlarının dışına çıkmaması için kamuya borçlandırılıyordu. Zaten söz konusu işadamının güya sahibi olduğu medya grubu üzerinde en ufak bir tesirinin olmadığı, medyasının hükümetin atadığı bir yönetici tarafından tamamen hükümet ve oluşmakta olan yeni vesayetçi yapının çıkarlarına göre yayıncılık yaptığı gazeteciler arasında en fazla konuşulan konulardan biri haline gelecekti.
Bu anlattıkların şimdi yazacaklarımla mukayese edildiğinde o kadar vahim sayılmaz. Çünkü en azından şekli prosedürler takip ediliyordu. TMSF tarafından ihaleler açılıyor ve birileri şöyle ya da böyle o ihaleyi kazanıyordu. Son dönemde benzer operasyonlarda bu şekli prosedürlere bile riayet edilmez oldu. İnanmayan başka ticari alanlardaki sorunlardan dolayı yine TMSF tarafından el konulan Çukurova Grubu’na ait Show TV, Akşam gazetesi, SkyTürk başta olmak üzere yayın organlarının nasıl ve hangi hızla el değiştirdiğine bir bakıversin.
Türkiye’nin en yaygın izlenen TV kanallarından biri olan Show TV, el konulduktan sonra sadece ve sadece bir-iki hafta içerisinde bir başka medya grubuna satıldı. İşin garibi ise geçmişte nispeten bağımsız bir yayıncılık yapmaya çalışan bu grubun söz konusu televizyonu satın almasından sonra bu özelliğinde ciddi zaafların başlaması oldu. Hükümet TMSF’yi kullanarak aslında Show TV’yi bu gruba vermemişti, grubun sadakatini Show TV’yi vererek elde etmişti. Bir-kaç yıl önce Doğan Grubu üzerinde kurulan baskı sonucu satışa çıkarılan Star TV’nin yeni sahibinin medya grubunun başına da bu gelmemiş miydi?
Çukurova Grubu medyasının geriye kalan kısmının hikayesi ise daha bir tuhaf. Akşam gazetesi ve SkyTürk televizyonu ile dergileri kapsayan kısmını önce, tabii yine ihalesiz olarak, yakınlarda 26.1 milyar euro’ya tartışmalı İstanbul 3. Havalimanı ihalesini kazanan Cengiz-Kolin-Limak-Mapa-Kalyon konsorsiyumunun aldığı açıklandı. Daha sonra 26,2 milyar euro’luk ihalenin diyeti olarak bu medya grubu az bulunmuş olmalı ki, açıklamadan 2 hafta sonra konsorsiyumun alımdan vaz geçtiği duyuruldu. Söz konusu medya organlarını ise TMSF’nin satışa çıkardığında ikinci turda Star gazetesini almış olan hükümete yakın bir işadamı satın aldı. Belki bir şekilde hukuka uydurularak ya da duruma hukuk uydurularak, bu işlem yine ihalesiz ve yine gerekli prosedürler çalıştırılmadan gerçekleştirildi.
3. Havalimanı konsorsiyumu için ise büyük diyetin görüşmeleri bildiğim kadarıyla hala devam ediyor. Sabah grubunu alan işadamının aşırı yükten iflahı kesilmiş olmalı ki bu gruba yeni bir patron aranıyor ve hükümetten 26,1 milyar euro’luk iş alanlardan, yani modelimiz gereği hükümete büyük bir diyet borcu olanlardan, daha uygun bir aday da bulunamıyor.
Öte yandan, en azından yaptıkları meşru ticari işler için bile kamu otoritesinin iznine müracaat etmek zorunda olan, ama zaten kamuyla pek çok işleri olan diğer medya grupları ise patronlarının çıkarı üzerinden kolayca susturulup, sindirilebiliyor. Patrona rağmen doğru bildiği gazeteciliği yapmaya çalışanlar ise ne kadar değerli, ne kadar şöhretli ve tecrübeli olurlarsa olsunlar tek tek işlerini kaybediyor.
Bütün bu vahim fotoğrafa rağmen milletvekili olduktan sonra hükümetin iki gazetesinde birden yazı yazmaya başlayan Başbakan’a en yakın başdanışmanlarından biri çıkıp insanların aklıyla alay eder gibi hükümetin medya mühendisliği yapmadığını söyleyebiliyor. Bize de o destansı Yeni Türkiye’nin bu yeni medya yapısından bağımsız ve özgür gazetecilik beklemek düşüyor. Herhalde daha çok bekleriz… 

English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes-329703-the-new-media-order-of-the-new-turkey.html
 

2 yorum:

  1. Diyelim ki her yazdığınız en ince ayrıntısına kadar doğru.
    AKP medya mühendisliği yapıyor ve siz buna etik olarak karşısınız.
    Tabi burada bu mühendislik olmadan yerleşik oligarşik düzenin,en önemli sacayağı olan medyaya müdahale etmeden,nasıl değişebileceği ayrı bir tartışma konusu!

    Cemaatin,bulunan her bürokratik kadro boşluğuna yerleşerek yaptığı mühendisliğe neden "etik" bir eleştiride bulunmuyorsunuz?
    Devletin her kademesine,resmen ele geçirme mantığıyla,yerleşmeye çalışmak neyin çabasıdır?
    Poliste her kademede,yargıda katip dahil her kademede,içişleri bakanlığında her kademede,üniversitede her kademede,bütün bakanlıklarda her kademede kurulmaya çalışılan "masonik" hakimiyetin amacı nedir?
    Cemaatin amacı hizmet ise bu nüfüz ve fetih gayreti nedir?

    Sizden bu konuda da bir yazı bekliyoruz...

    YanıtlaSil
  2. Çok yerinde bir soru. Çifte standardı bir kenara bırakmak lazım. Kurulu düzenle başetmek için farklı medya gruplarına yol açmak doğru bir yol bence. Bunda yanlış olan ne var?

    YanıtlaSil