Çoğulcu, bağımsız ve
özgür medya demokrasilerin olmazsa olmazıdır. Bir ülkede demokrasinin
kalitesini, kalibresini ve o ülkede hukukun özgürlüklerden yana olup olmadığını
anlamak için başka bir şeye değil, medyasının ne kadar özgür olduğuna,
gazetecilerinin kendilerini ne kadar özgür hissettiklerine bakmanız yeter.
Türkiye’de tüm diğer
özgürlük alanları gibi basın ve ifade özgürlükleri alanında da hep sorunlar
olagelmiştir. Dönemsel ve nispi rahatlamalar istisna tutulursa ülkedeki baskın yasakçı
iklimin oluşturduğu baskılar medyada hep bir çeşit oto-sansürü gerektirmiştir.
Bu baskı bazen doğrudan devrin muktedirin talimatlarıyla gerçekleştirilmiş, bazen
de medya sahiplerinin diğer sektörlerdeki işleri üzerinden köşeye sıkıştırılmasıyla
sağlanmıştır. Bu yüzden de medya-siyaset ilişkisi bu ülkede hep önemli bir
sorun ve tartışma konusu olmuştur.
“Medya-siyaset ilişkisi”
aslında geçmişin gerçeğini tanımlamak için kullanılan bir kalıp. Bu kalıp medyada
güç kazanan bazı iş çevrelerinin ordu ve çevresinde yapılanan vesayetçi
sistemle işbirliği içerisinde ve kendi çıkarları doğrultusunda siyaseti
şekillendirip yön verdiği, hükümetler kurup hükümetler yıktığı dönemi tanımlar.
Birer açık toplum olması gereken demokrasilerde bu türden bir ilişki elbette ki
tasvip edilemez. Ancak bugünün sorunu “medya-siyaset ilişkisi”nden ziyade “siyaset-medya
ilişkisi” üzerinde düğümleniyor.
Yani bugün asıl
sorunumuzu medyanın siyasete müdahalesinden ziyade siyasetin medyaya müdahalesi
ve medya mühendisliği oluşturuyor. Bu yüzden de sorun sürekli hükümet övgüsü
yaptıkları için iktidarca beğenilen bazı gazetecilerin öne çıkarılması, muhalif
görülen bazı tecrübeli ve değerli gazetecilerin ise işlerinden edilmesinden çok
daha derin ve yapısal. Hükümetin bu konudaki faaliyetleri iktidarının ilk
yıllarına kadar uzansa da özellikle derin devlet güçleri ve cunta
yapılanmalarına karşı verdiği ayakta kalma mücadelesinde kısmen başarılı olmaya
başladığı 2006 yılından beri hız kazanmıştır. 10 yılı aşkın bu süreçte medya
sektöründe yaşananları şöyle bir gözümüzün önüne getirdiğimizde ne demek
istediğim daha iyi anlaşılır.
Mesela, Türkiye’de sonuna
kadar hak ettikleri berbat bir şöhrete sahip olan Uzan Grubu’nun medyasına TMSF
tarafından nasıl el konulduğu, bu grubun medyasının yıllarca hükümetçe atanmış
isimler tarafından nasıl yönetildiği malum. Uzan grubunun medya organlarının
nasıl satıldığı da ortada. AKP’ye en yakın medya grubunun hali hazırda Uzanlara
ait bir binada faaliyet gösteriyor olması bile durumu özetlemeye yeter. Ama yine
de bazı ayrıntılar vermek istiyorum.
TMSF’nin el koyduğu Star
TV açık ve rekabetçi bir ihale ile Doğan Grubu tarafından satın alınmıştı.
Gazetenin ise hükümete daha yakın birileri tarafından alınması arzu ediliyordu.
Değerli bir madenin işletmesine talip olan muhafazakar bir işadamından maden
işletme hakkını verme karşılığında Star gazetesini alması ve hükümet lehine
yayıncılıkta kullanması istendi. İşadamı bunu kabul etti. Ancak ihale
açıldığında gazete için öngörülen miktarın piyasa değerlerinin üzerinde
olduğunu gören bu işadamı ihaleden çekildi ve gazeteyi almadı. Gazete TMSF’nin
elinde kalmaya bir süre daha devam ederken hükümet söz konusu işadamına sözünde
durmadığı gerekçesiyle yoğun bir baskı yapmaya başladı. İşadamı da panikle bu
baskıyı dindirecek bir arayışa girip piyasa değerinde bulduğu bir gazeteyi apar
topar satın almak zorunda kaldı. Daha sonra yeniden ihaleye çıkılan Star
gazetesi için de teklif verdiğinde artık bu gazeteyi almasına müsaade
edilmeyecekti.
Bu örnek ileriki
yıllarda defalarca uygulanacak bir modeldi aslında. Bu modelin mantığını kamu
imkanlarından faydalandırılan sermaye sahibine bir diyet olarak medya şirketi
kurdurmak ya da bir medya grubunu aldırarak hükümet lehine yayıncılığa zorlamak
oluşturuyordu. Türkiye’nin o dönem ikinci en büyük medya grubu olan ve yine bu
grubun patronunun bankacılık sektöründeki faaliyetlerindeki yanlışlarından
dolayı TMSF tarafından el konulan Sabah Grubu’nun el değiştirmesi sürecinde de
aynı model uygulamaya konuldu.
Büyük şirketlerin
ağzını sulandıran bir rafineri inşaatı yarışmacı bir ihale yerine Başbakan
Erdoğan’ın tercihini ihaleden çok önce dile getirerek “bu rafineri ihalesi
falanca kardeşimin” dediği kişiye verildi. Bu ve buna benzer büyük inşaat ve
enerji ihalelerinde gözetilmenin elbette bir bedeli, bir diyeti olacaktı. Hem
de ne diyet! Neticede, bu işadamımızın söz konusu grubun medya varlıklarına 1,1
milyar dolar ödemesine en fazla, yakın çevresine “Sahibi olduğum medya grubu
bütünlüğünü korumuş olsaydı dahi bugün en fazla 500-600 milyon dolar ederdi”
diyen grubun eski sahibi şaşırmıştı.
Aslında şaşırılacak bir
şey yoktu. Nihayet medya grubunu alan işadamı da Körfez ülkelerinden bulduğu
ortakla aşağı yukarı o kadar para ödemişti. Geriye kalan 600 milyon dolar ise, grubun
değerinin üzerinde ödenen paranın oluşturduğu risklerden dolayı hiçbir özel
banka vermeyeceği için, kamu banklarının karşıladığı krediyle tamamlanmıştı.
Olayın özeti şuydu: Bir
işadamının önü kamu imkanları kullanılarak açılıyor gibi görünse de aslında
önüne konan diyeti itirazsız karşılaması ve hükümetin talimatlarının dışına
çıkmaması için kamuya borçlandırılıyordu. Zaten söz konusu işadamının güya
sahibi olduğu medya grubu üzerinde en ufak bir tesirinin olmadığı, medyasının
hükümetin atadığı bir yönetici tarafından tamamen hükümet ve oluşmakta olan
yeni vesayetçi yapının çıkarlarına göre yayıncılık yaptığı gazeteciler arasında
en fazla konuşulan konulardan biri haline gelecekti.
Bu anlattıkların şimdi
yazacaklarımla mukayese edildiğinde o kadar vahim sayılmaz. Çünkü en azından
şekli prosedürler takip ediliyordu. TMSF tarafından ihaleler açılıyor ve
birileri şöyle ya da böyle o ihaleyi kazanıyordu. Son dönemde benzer
operasyonlarda bu şekli prosedürlere bile riayet edilmez oldu. İnanmayan başka
ticari alanlardaki sorunlardan dolayı yine TMSF tarafından el konulan Çukurova
Grubu’na ait Show TV, Akşam gazetesi, SkyTürk başta olmak üzere yayın
organlarının nasıl ve hangi hızla el değiştirdiğine bir bakıversin.
Türkiye’nin en yaygın
izlenen TV kanallarından biri olan Show TV, el konulduktan sonra sadece ve
sadece bir-iki hafta içerisinde bir başka medya grubuna satıldı. İşin garibi
ise geçmişte nispeten bağımsız bir yayıncılık yapmaya çalışan bu grubun söz konusu
televizyonu satın almasından sonra bu özelliğinde ciddi zaafların başlaması
oldu. Hükümet TMSF’yi kullanarak aslında Show TV’yi bu gruba vermemişti, grubun
sadakatini Show TV’yi vererek elde etmişti. Bir-kaç yıl önce Doğan Grubu üzerinde
kurulan baskı sonucu satışa çıkarılan Star TV’nin yeni sahibinin medya grubunun
başına da bu gelmemiş miydi?
Çukurova Grubu
medyasının geriye kalan kısmının hikayesi ise daha bir tuhaf. Akşam gazetesi ve
SkyTürk televizyonu ile dergileri kapsayan kısmını önce, tabii yine ihalesiz
olarak, yakınlarda 26.1 milyar euro’ya tartışmalı İstanbul 3. Havalimanı ihalesini
kazanan Cengiz-Kolin-Limak-Mapa-Kalyon konsorsiyumunun aldığı açıklandı. Daha
sonra 26,2 milyar euro’luk ihalenin diyeti olarak bu medya grubu az bulunmuş
olmalı ki, açıklamadan 2 hafta sonra konsorsiyumun alımdan vaz geçtiği duyuruldu.
Söz konusu medya organlarını ise TMSF’nin satışa çıkardığında ikinci turda Star
gazetesini almış olan hükümete yakın bir işadamı satın aldı. Belki bir şekilde
hukuka uydurularak ya da duruma hukuk uydurularak, bu işlem yine ihalesiz ve yine
gerekli prosedürler çalıştırılmadan gerçekleştirildi.
3. Havalimanı
konsorsiyumu için ise büyük diyetin görüşmeleri bildiğim kadarıyla hala devam
ediyor. Sabah grubunu alan işadamının aşırı yükten iflahı kesilmiş olmalı ki bu
gruba yeni bir patron aranıyor ve hükümetten 26,1 milyar euro’luk iş alanlardan,
yani modelimiz gereği hükümete büyük bir diyet borcu olanlardan, daha uygun bir
aday da bulunamıyor.
Öte yandan, en azından
yaptıkları meşru ticari işler için bile kamu otoritesinin iznine müracaat etmek
zorunda olan, ama zaten kamuyla pek çok işleri olan diğer medya grupları ise patronlarının
çıkarı üzerinden kolayca susturulup, sindirilebiliyor. Patrona rağmen doğru
bildiği gazeteciliği yapmaya çalışanlar ise ne kadar değerli, ne kadar şöhretli
ve tecrübeli olurlarsa olsunlar tek tek işlerini kaybediyor.
Bütün bu vahim
fotoğrafa rağmen milletvekili olduktan sonra hükümetin iki gazetesinde birden
yazı yazmaya başlayan Başbakan’a en yakın başdanışmanlarından biri çıkıp insanların
aklıyla alay eder gibi hükümetin medya mühendisliği yapmadığını söyleyebiliyor.
Bize de o destansı Yeni Türkiye’nin bu yeni medya yapısından bağımsız ve özgür
gazetecilik beklemek düşüyor. Herhalde daha çok bekleriz…
English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes-329703-the-new-media-order-of-the-new-turkey.html
English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes-329703-the-new-media-order-of-the-new-turkey.html
Diyelim ki her yazdığınız en ince ayrıntısına kadar doğru.
YanıtlaSilAKP medya mühendisliği yapıyor ve siz buna etik olarak karşısınız.
Tabi burada bu mühendislik olmadan yerleşik oligarşik düzenin,en önemli sacayağı olan medyaya müdahale etmeden,nasıl değişebileceği ayrı bir tartışma konusu!
Cemaatin,bulunan her bürokratik kadro boşluğuna yerleşerek yaptığı mühendisliğe neden "etik" bir eleştiride bulunmuyorsunuz?
Devletin her kademesine,resmen ele geçirme mantığıyla,yerleşmeye çalışmak neyin çabasıdır?
Poliste her kademede,yargıda katip dahil her kademede,içişleri bakanlığında her kademede,üniversitede her kademede,bütün bakanlıklarda her kademede kurulmaya çalışılan "masonik" hakimiyetin amacı nedir?
Cemaatin amacı hizmet ise bu nüfüz ve fetih gayreti nedir?
Sizden bu konuda da bir yazı bekliyoruz...
Çok yerinde bir soru. Çifte standardı bir kenara bırakmak lazım. Kurulu düzenle başetmek için farklı medya gruplarına yol açmak doğru bir yol bence. Bunda yanlış olan ne var?
YanıtlaSil