Aslında memleketin
geldiği durumu, Türkiye’nin en edebi köşe yazarlarından biri olan ve hayatı
boyunca yazdıkları daha ziyade muhafazakar demokrat kitleler tarafından okunan
Zaman gazetesi yazarı Ahmet Turan Alkan aylar öncesinden ortaya net bir şekilde
koymuştu.
19 Ağustos 2013 tarihli
yazısının başlığı “Hava puslu, suskun ve ağır” idi. Ahmet Turan Alkan, bir
devlet üniversitesinde öğretim üyesiyken, yani bir “devlet memuru” iken,
yaşamak mecburiyetinde kaldığı 2007 müdahalesine doğru giden süreç ile artık
devlet memuru olmadığı içinden geçmekte olduğumuz ve henüz adını tam olarak
koymakta bile yine içinde bulunduğumuz ortam gereği güçlük çektiğimiz yeni
süreci mukayese ediyordu. “Nerde o
günler?” diyen Alkan o yazısında şunları söylüyordu:
“2007’ye
giden süreçte devlet memuruydum ve bir üniversitede becerebildiğim kadarıyla
ders veriyordum. “Akademisyen” kimliğim vardı. O dönemde yazdıklarımı okuyanlar
ve her şeye rağmen 2547 sayılı kanuna bağlı “memur” kimliğimi bilenler, özel
sohbetlerde, ‘Âmirlerin (rektör, dekan vb.) sana karışmıyorlar mı, rahatsız
ediliyor musun?’ diye sorarlardı. Şimdi Ergenekon davasından hükümlü paşa ve
yazarların ayda en az bir kere öğrencilere davet üzerine konferans verdiği
zamanlardı, yani üniversite yönetimi ile esasen bir doku uyuşmazlığı vardı. Soranlara
hep şöyle cevap verdim, ‘Hayır, hiç rahatsız edilmiyorum; ne açık ikaz, ne bir
imâ; bilakis bana karşı mesafeli bir saygı duyduklarını hissettim hep.’
Bu doğru. Yazdıklarımdan ötürü ne
YÖK, ne de üniversite yönetiminden baskı görmedim; yazdıklarıma bakıyorum
şimdi: Hiç de ‘ortaya karışık salata’ cinsinden suya sabuna dokunmaz şeyler
değildi. Bu hadiseyi sorulan her yerde yukardaki haliyle anlattım, şahitlerim
vardır.
‘2007’ye akan darbe arifesi
günlerinde mi fikren rahattın, şimdi mi?’ diye sorsalar şöyle cevap veririm;
nerde o günler?
‘Bu biraz ağır bir hüküm değil mi?’
diye düşünenler çıkabilir; ağırını hafifini bilmiyorum; zihni rahatlık ve fikrî
hürriyet bakımından o dönemde daha iyi durumda olduğumu söylüyorum…”
Aylardır şahsımı ve editörlüğünü
yaptığım Today’s Zaman’ı hedef alan saldırıları, toplu linç kampanyalarını,
tehditleri, akla gelebilecek her türden karakter suikasti çabalarını ve
demonizasyonu korkarım ki ben Ahmet Turan Alkan kadar edebi bir dille
anlatamayacağım.
Malumunuz Today’s Zaman, ileride bütün
detaylarıyla yazmayı düşündüğüm, “yeni medya düzenine” uymamakta direnen bir
gazete. Evrensel gazetecilik ilklerine sadık kalmaya çaba harcayan, daha
doğrusu bu ilkelere sadakate “cesaret edebilen”, birkaç bağımsız gazeteden
biri. Yanlış okumadınız Yeni Türkiye’de evrensel medya etik ilkelerine sadık
kalabilmek artık ciddi bir cesaret konusu olmuş durumda. Şayet bugünün
Türkiye’sinde gazetecilik yapıyorsanız kamu yararını gözeterek yaptığınız her
haberin, attığınız her başlığın bir bedeli olacağını hesaplamak zorundasınız.
Ülkemizde cinsi ve çapı her ne olursa olsun bu bedeli peşinen göze almak
namuslu gazeteciliğin artık olmazsa olmaz bir şartı haline geldi. Özellikle
yaptığınız haberler, hükümetin her ne
konuda olursa olsun aldığı pozisyonu gözü kapalı alkışlamıyorsa.
Diyebilirsiniz ki; “iyi de eskiden
de şartlar böyle değil miydi?” Haklısınız… Aşağı yukarı böyleydi. Eee ama biz
hani demokratikleşme uğruna onca mücadele vermiş, onca badire atlatmamış
mıydık? Sivil siyasetçilerimizin liderliğinde ülkemizi fikir özgürlüğünün,
ifade özgürlüğünün ve basın özgürlüğünün olmazsa olmaz olduğu Batılı
standartlarda bir demokrasiye daha da yaklaştırmamış mıydık? Evet, öyle
sanıyorduk... Yanılmışız... Hatta hep iyi niyetle yaklaştığımız mevcut
hükümetten daha fazla demokrasi ve daha fazla hak özgürlük konusunda
beklentilerimizden dolayı uzun süre okurlarımızı da yanıltmışız.
Bu konuda benzer bir yazıyı daha
önce de yazmıştım. Maalesef durum o günden bu yana daha iyiye değil, kötüye
gitti. Son olarak geçtiğimiz hafta içinde Today’s Zaman, Washington Post
gazetesinde ve Jewish Press’te MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı hedef alan yazı ve
tehditleri gazetecilik ilke ve standartları çerçevesinde haberleştirdi diye
görülmedik bir baskı ve yıpratma kampanyasının hedefi haline getirildi. AKP
yanlısı bir gazetede yazan bir gazeteci (ki kendisi birkaç yıl öncesine kadar
AKP karşıtı idi) işi “Haberi aktarırken neden haberinizde söz konusu haberleri
kınayıcı şahsi görüşünüzü de yazmadınız!” diyecek kadar işi akıl almaz
boyutlara taşıdı.
Sadece işini, yani gazetecilik
yapmaya çalışan Today’s Zaman ve şahsım Türkiye’ye, hükümete ve MİT müsteşarına
karşı başlatılan bir uluslararası komplonun “parçası”, “işbirlikçisi”,
“taşeronu” olmakla ve hatta “vatana ihanet”le suçlandık. İşi iyice ileri
götürüp MOSSAD’a, CIA’ye çalıştığımızı söyleyenler bile oldu. Şahsıma yönelik
akıl almaz diğer hakaretler ve aşağılamalara değinmek bile istemiyorum. AKP’nin
kamu bütçesinden ödediği maaşlarla birer “lejyoner” gibi istihdam ettiği
danışmanlar ordusunun yönetiminde örgütlenen binlerce insan, ben bunlara sanal
milis diyorum, sosyal medyanın her türlü kanalından üzerimize saldırtıldı. Yine
aynı ekipler tarafından kurulan kara propaganda amaçlı internet sitelerinde
sürekli ve sistematik bir şekilde demonize edilerek hedef haline getirildik.
Oysa konuyla ilgili yaptığımız haberler herhangi bir gerçek gazetenin yapması
gerekenden ne daha fazla, ne da daha azdı.
Hrant Dink’in dönemin güç odaklarına
yakın medya tarafından düzenlenen ve son dönemde bize yönelik olana benzer
kampanyalar neticesinde öldürüldüğü akıllarda tutulacak olursa, bu işin nereye
varabileceğine dair ciddi endişelenmek gerekir. Biz de endişelenmiyor değiliz.
Ama, gazetecilik ilkelerine uymanın artık her türden bedeli göze almayı
gerektirdiğini peşinen söylemiştim.
Evet, halkın doğru bilgi alma
hakkını temin için en azından şahsım adına bu bedeli de göze aldığımı rahatlıkla
söyleyebilirim. Bünyesinde yayın yaptığım medya grubu her gün şiddeti daha da
artan ve daha da çirkinleşen bu tazyiklere ne kadar dayanabilir bilemiyorum.
Onun kararını verecek olan elbette ben değilim, üst yönetimdir. Ama en azından
şahsım adına şöyle bir söz verebilirim: Ne pahasına olursa olsun, hakperest
gazetecilikten hiçbir ödün vermeden, bu işi yapmaya devam edeceğim.
Beni bunları yazmak zorunda
bırakanlara dair nihai değerlendirme hakkımı da şahsına ve fikirlerine büyük
saygı duyduğum Ahmet Turan Alkan’a bırakmak istiyorum: “Tenkidi düşmanlık,
düşmanlıktan öte harp ilanı saymak sağlık alâmeti sayılır mı? Eleştirdikleri,
tereddüd ve endişelerini belirttikleri için -velev ki yanlış olsun- fikir
sahiplerinin başına bir takım kiralık isimleri musallat etmek, bana çareden çok
çaresizlik gibi görünüyor, gerçekten üzülüyorum.”
English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes-329318-is-this-the-new-turkey.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder