Hep Batı Avrupa standartlarında demokrasiye sahip bir Türkiye hayal ettim. Doğrusu 2002 Kasım’ında başlayan yeni ama zorlu demokratikleşme süreci beni bu konuda oldukça da umutlandırmıştı.
O yıllarda yöneticilerinden olduğum Turkish Daily News’te, siyaseten yasaklı durumdaki AKP Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ve başka bazı isimlerle bizzat söyleşiler yapıp gazetenin manşetinde yayınladım. Demokratikleşme için bir umut olarak gördüğüm bu değişim heyecanını dönemin tek İngilizce gazetesinde elimden geldiğince dünyaya anlatmaya çalışarak destek oldum.
Tehditler, darbe girişimleri ve karanlık komplolarla kıran kırana mücadeleyi gerektiren uzun yıllar süren bu zorlu süreç sonrasında Türkiye askeri vesayet sistemini nihayet kırmayı başardı. 2011 yılı başlarında Arap dünyasında o dönem adına kolayca “Arap Baharı” denen olaylar başladığında çağrıldığım toplantılarda, televizyon programlarında ve bu gazetedeki yazılarımda Türkiye örneğinden ve yaşadığı demokratikleşme sürecinden hep bir başarı hikayesi olarak bahsettim. Ama “ağır çekim bir devrim” olarak nitelendirdiğim Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin herhangi bir başka ülkeye model olacak kadar da ilerlemediğini söyleyip durdum. Tam demokratikleşmenin bir süreç işi olduğunu ve Türkiye’de hala bu sürecin devam etmekte olduğunun hep altını çizdim.
Doğrusu da buydu. İlla ki Türkiye’den bir “model” olarak bahsedeceksek bu model hala inşa sürecindeydi. İşte bu inşa sürecindeki “demokratik Türkiye modeli”nin radikal bir değişimle farklı bir rotaya yöneleceğini nereden bilebilirdim ki! Dört tarafı “düşmanlar”la çevrili ve içerisi her cinsten “hainler”le dolu olduğu propagandasıyla üretilen sözde “Türkiye’nin özel koşulları”nın gereği olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) merkezinde yer aldığı bir vesayet sisteminden kurtulup yepyeni bir vesayet sistemine varabileceğimizi nasıl kestirebilirdim ki!
Hiç abartmıyorum… Neticede eski düzenin hatıraları hala taptaze hafızalarımızda. Nüfuz ettiği bütün kurumları ve medya aracılığıyla topluma sürekli olarak iç ve dış tehditlere karşı bir güvenlik paranoyasının empoze edildiği o dönemde anti-demokratik rejimin omurgası TSK merkezli kurgulanmıştı. TSK ve generaller toplum hayatının her alanındaydı ve her yere nüfuz etmişlerdi. Generaller eğitimden kadın haklarına, çevreden dış politikaya, ekonomiden dini hayata varıncaya kadar her konuda tek söz sahibi ve belirleyici hale gelmişti. Normal demokratik bir ülkede “anormal” kabul edilecek ne varsa bu ülkenin “normali” olmuştu.
Bu anormal yapıya yönelik herhangi bir eleştiriye karşı ise derhal “TSK’yı yıprattırmayız” korosu devreye sokuluyordu. İlgili her konu el çabukluğuyla bir milli güvenlik meselesi ve rejim krizine dönüştürülüyordu. Böylece bir çeşit kutsallık atfedilen bu güvenlik kurumu üzerinden anti-demokratik rejimin dokunulmazlığı ve hatta sorgulanamazlığı maharetle tesis ediliyordu. Eleştirel yaklaşımlarında ısrarcı olanlar için ise etiket bulmakta hiç sıkıntı çekilmiyordu: Onlar satılmış “devlet düşmanları” veya “vatan hainleri”ydi.
Demokratikleşme umuduyla girişilen onca mücadeleden ve atlatılan onca badireden sonra vardığımız bugünkü nokta da maalesef kısaca bahsettiğim bu arkaik düzenden çok farklı değil. Sadece eski sistemin merkezindeki TSK’nın yerini yeni bir kurum almaya başladı o kadar. Şimdilerde bildiğiniz o ceberrut devlet sistemi harıl harıl bu yeni kurum merkezli olarak yeniden şekillendiriliyor. Bu şekillendirme süreci henüz tamamlanmamış olsa da gidişatın yönü apaçık ortada. Yani silahlı kuvvetlerin boşalttığı sistemin merkezine şimdi istihbarat örgütü yerleşiyor. Konu sadece millilikse, hemen belirtmeliyim ki, evet MİT de en az veya en fazla TSK kadar millidir.
İtiraf etmeliyim ki ben istihbarat ve polisiye işlerden pek anlamam. O kadar ki, bugüne kadar ne bir polisiye, ne de casusların kol gezdiği o heyecan verici istihbarat alemine dair bir roman bile okumuşluğum yoktur. Ama gözlerimizin önünde yeniden şekillenmekte olan ve Ortadoğu ülkeleri başta olmak üzere tüm anti-demokratik rejimlerde örneğine çokça rastladığımız dehşet verici bir devlet sisteminin inşa sürecini göremeyecek kadar da kör sayılmam. Son haftalarda MİT merkezli yaşanan olaylardan bağımsız olarak, Ankara’dan sıklıkla yükselen ve eski günlerden aşina olduğumuz o gür devlet sesine ya da her dönemde olduğu gibi iktidar odaklarına iliştirilmiş bazı gazetecilerin yazdıklarına bakarsanız ne demek istediğim daha iyi anlaşılır.
Haaa…“TSK merkezli devleti mi, yoksa MİT merkezli devleti mi tercih edersin?” diye bir soru gelse vereceğim cevap elbette “katılımcı, çoğulcu, özgürlükçü, şeffaf ve hesap verebilir demokratik devletin suyu mu çıktı?” olur. Ama illa ki bir tercih yapmaya zorlansam, doğası gereği işlerini büyük bir gizlilik içinde yürütmesi gereken istihbarat örgütü merkezli bir “Muhaberat Devleti”nin diğer berbat seçeneğe karşı tercihim olabileceğini de hiç sanmam.
AKP için demokratikleşmenin hala önemli olduğu o eski süreçte, eski düzen tarafından zehirlenmiş devlet kurumlarının tek tek vesayetçi sistemden ne güçlüklerle koparıldığını hepimiz biliyoruz. Sonuçlarının iyi mi olduğu yoksa kötü mü olduğu ayrı bir konu ama AKP hükümetinin TRT ve Anadolu Ajansı gibi kurumlara nüfuz edebilmesi bile en az 5-10 yılını aldı. Bu yöndeki her çabasında ise büyük gürültüler koptu. TRT ve AA benzeri kurumlarda bile bu kadar zaman alan ve gürültü koparan sivilleşme süreçlerinin MİT ayağında ise her ne hikmetse hiçbir şey duyulmadı.
Başarılı ve değerli bir bürokratın başına atanmasıyla nasıl olduysa MİT’in eski kirli devletin pisliklerinden sıyrıldığı peşinen kabul edildi. MİT, “o gömleği çıkardık” diye tarif edilen eski düşünce geleneğine aşağı yukarı aynı zamanlarda yeniden dönen AKP’nin sil baştan inşa etmeye giriştiği devlet sisteminin çekirdeğine aşama aşama yerleşmeye başladı. Muhtemel her eleştiriyi, tıpkı eskiden “TSK’yı yıprattırmayız!” formülünde olduğu gibi, içi boş bir “MİT’i yıprattırmayız,” “eleştirilerin asıl hedefi Başbakan” sloganları aldı. Akabinde de bu konuda görüş beyan eden herkesi sindirme faslına geliverdik.
Bütün demokratik medeni ülkelerde olduğu gibi kendi görev ve işlevleri çerçevesinde kaldığı müddetçe bir ülkenin aydınları neden bir milli kurumunu yıpratsın ki? Bundan nasıl bir çıkarları olabilir ki? Demokrasinin şeffaflık, hesap verebilirlik ve sorgulanabilirlik ilkelerinden herhangi bir kurum yasal ve siyasal koruma zırhlarına büründürülerek istisna tutulabilir mi? Evet evet biliyorum, kamu adına denetim görevi olan Sayıştay gibi kurumların iş yapamaz hale getirildiği bir dönemde bu sorularım size çok naif gelebilir. Ama bizim işimiz de gücümüz yettiğince sormak ve cesaret edebildiğimiz kadar sorgulamak değil mi?
Ama haklısınız, bu iş artık o kadar kolay değil. İşimizi hakkıyla yapmaya çalıştığımızda ve bunun gereği olarak gidişatı her eleştirdiğimizde önceden örgütlenmiş insanları hemen tugaylar halinde üzerimize saldırtıyorlar. Siyasal/sosyal/medyatik mobingi hızla aşıp saldırıları kitlesel bir lince dönüştürüyorlar. Sonra da karşımıza geçip ukalaca ve küstahça “ne istiyorsunuz?” diye niyet sorgulaması yapıyorlar. Aralarından her duruma göre pozisyon alan bazıları bu sorguyu bile es geçip doğrudan hüküm veriyor: Vatan hainisiniz!..
Sanki ellerinde vatanperverlik ölçer bir barometre varmışçasına insanlar hakkında hüküm veren her devrin adamı bu cüretkar küstahlar, sonra iştahla devrin muktedirlerinin kendilerine bahşedeceği ulufenin yolunu gözlüyorlar. Onlar adına ne iyi ki bu beklentileri asla boşa çıkarılmıyor.
Oysa şöyle birileri yaklaşıp samimiyetle “Sahi siz ne istiyorsunuz? Senin derdin ne?” diye soracak olsa onlara vereceğim cevap çok basit: Aslında çok bir şey istemiyoruz... İstediğimiz sadece biraz demokrasi, biraz hukuk, biraz özgürlük ve tabii biraz da saygı... Çok mu?
English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes-329318-is-this-the-new-turkey.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder