Pazar günü Zaman gazetesinde çok ilginç bir söyleşi vardı. Kamu yayıncısı TRT’nin ilk prodüktörlerinden olan ve bugün 80 yaşına merdiven dayamış bulunan Zeki Sözer, ‘Halkın Sesinden İktidarın Borazanına’ isimli kitabında yer verdiği ilginç tecrübelerini ve gözlemlerini paylaşmış. İçinde geçtiğimiz süreçte Türkiye’de gazeteciliğin düştüğü içler acısı durumu anlayabilmek için geçmişteki askeri darbe ve muhtıra dönemlerinin baskıcı ortamlarını TRT’de yaşamış bir duayen gazeteci olarak Sözer’in sözlerine kulak asmak gerekir.
Bakın Sözer ne diyor: “Mevcut iktidar,
bırakın TRT gibi bütçesini parlamentodan geçirdiği kamu kuruluşunu, özel radyo,
TV ve gazetelerin de hâkimiyetini ele geçirmiş durumda. Bugün bütün medya
kuruluşları kendilerini iktidarın hizmetinde olmak zorunda hissediyor. Bu
zorunluluğun içinde korkuyla beraber birtakım menfaat ilişkileri de var.
Hükümet aleyhine yayın yapıldığı anda, o medya kurumlarının üzerine
çöreklenildiği, baskı kurulduğu ortada… Şimdilerde duyuyorum internete sansür,
kısıtlama gibi yönetmelik yapmaya çalışıyorlar. Bu tarz yasakçı zihniyetten
vazgeçmeliler. Yolsuzluk iddiası operasyonuna yayın yasağı getiriliyor. Bunlar
diktatörlerin yönettiği ülkelerin uygulamaları. Aynı uygulama şu an Çin’de de
var… Türk medyası ne ihtilaller, ne kötü kötü günler gördü ama şu son
yıllardaki kadar kötü olmamıştı.”
27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12
Eylül 1980 gibi fiili askeri darbe ya da muhtıra sonrası ara rejim dönemlerinde
yaşamadığım için gazetecilerin ne tür zorluklar altında işlerini yapmaya
çalıştıklarını, tecrübeye dayalı olarak, bilemiyorum. O baskıcı dönemlere dair
yazılanlar ise durumun pek iç açıcı olmadığını söylüyor. Benim medyanın darbeci
generaller tarafından nasıl kontrol altına alındığına dair tek tecrübem, 28
Şubat 1997’de başlayan post-modern askeri darbe sürecinde yaşadıklarımdan
ibaret. Bugünle o baskıcı karanlık süreci mukayese ettiğimde ise bugün yaşadıklarımızın
o dönemde yaşananlardan geri kaldığını söyleyebilmem kesinlikle imkansız.
Mesela, yasaların teminatı altında
oluşturulan özerk bir alanda objektif kamu yayıncılığı yapmakla yükümlü olan TRT
ve Anadolu Ajansı gibi yayın organlarından objektif bir gazetecilik beklemeyi
bırakalı uzun zaman oldu. Tıpkı Zeki Sözer’in kitabının
isminde olduğu gibi TRT ve AA, AKP’nin
son döneminde iyice “halkın sesi” olmaktan çıkıp iyice “iktidarın borazanı”na
dönüştü. Halkın verdiği vergilerle finanse edilen bu kamu kuruluşları uzunca
bir zamandır iktidardaki partinin pespaye birer bülteni ve kara propaganda
araçları haline getirildi. Mesela TRT’nin kanallarında birazcık farklı ses
veren tüm programlar anında susturuldu. İşini gazeteciliğin evrensel
standartlarında yapmaya çalışan gazeteciler ve programcılar anında tasfiye edildi.
Halkın vergisiyle yayın yapan TRT ve AA, gelinen şu noktada, inandırıcılığı ve güvenilirliğini yitirmiş ve
tamamen AKP’nin borazanı işlevi gören mecralara dönüşmüş durumda
Tıpkı Hüsnü Mübarek döneminde Mısır
kanallarının yaptığı gibi Başbakan Erdoğan’ın her faaliyeti, her konuşması TRT’nin
tüm haber kanallarından anı anına canlı yayınlanıyor. Anadolu Ajansı’nın ise
objektif yayıncılığı esas alması gereken bir kamu ajansı olduğu gerçeğini unutalı
yıllar oluyor. İdeolojik, sübjektif, yanlı ve propaganda niteliğindeki partizan
yayıncılığı habercilik sanan AA’nın yönetimindeki zevatın tüm yatırımı Başbakan
Erdoğan ve çevresindeki oligarşik dar zümrenin gözüne girmekten ibaret. Bunu
başardıklarından da şüphe yok.
Sadece kamu yayın kuruluşlarının
durumu bu halde olsa belki üzülmeye değmez. Ama Türk medyasının tamamı giderek
öyle bir tahakküm altında yayıncılık yapar hale geldi ki, özel televizyonlar ve
gazeteler bile doğrudan Başbakan ya da çevresindeki dar ekip tarafından
yönetilir oldu. Mesela Başbakan’ın her gün defalarca yaptığı ve çoğu zaman yeni
hiçbir şey söylemediği uzun konuşmalarının en az 15 ulusal ve çok daha fazla
yerel veya bölgesel kanal tarafından canlı verilmesi ihlali imkansız bir adetten
oldu. Bazen en önemli konularda yayın
yapmakta olan özel TV kanalları bile, konuları ve konukları itibariyle önem
derecesi ne kadar yüksek olursa olsun programlarını derhal yarıda kesip, her an
duymaktan herkesin artık cümle cümle ezberlediği Başbakan’ın onlarca kez
tekrarladığı o konuşmalarına canlı bağlanmak zorunda hissediyorlar kendilerini.
Bu konuşmalar ertesi gün de aşağı yukarı aynı başlıklarla en az 7 ulusal
gazeteye manşet oluyor.
Elbette ki bazı TV kanalları ve
gazeteler bu yaptıkları tuhaf işi gönüllü yapıyorlar. Çünkü bu TV kanallarında
ve gazetelerde çalışan yöneticiler, görünürdeki patronları her kim olursa olsun,
yüksek maaşlarını almalarını sağlayan esas patronun Başbakan Erdoğan olduğunu
çok iyi biliyorlar. Gerçi yolsuzluk operasyonlarında ortaya saçılan bazı
belgeler bu özel bilginin bir kısmının halk tarafından da bilinmesine yol açtı.
Bu bilgiler bazı medya gruplarının patronaj yapısının, ancak mafyatik düzenlerde
görülebilecek yöntemlerle, doğrudan Başbakan tarafından ya da Başbakan’a yakın
çevrelerce oluşturulduğunu gözler önüne serdi. Mesela Sabah grubunun el
değiştirmesi sırasında kamu ihaleleriyle zenginleştirilen bazı işadamlarından, hiçbir
kayıt altına alınmaksızın, 100’er milyon dolar katkı vermelerinin istendiği bu
sayede öğrenilmiş oldu.
Öte yandan, en son Akşam grubunda
görüldüğü gibi, muhalif yayın yapan medya gruplarına farklı yöntemler
kullanılarak el konuluyor. Sonra da, hükümet tarafından el konulan bu medya
varlıkları, herhangi bir şeffaf ihaleye çıkma ihtiyacı duyulmadan, yandaş
sermayenin kontrolüne veriliyor. Bu medya kuruluşlarına yönetici olarak da
Başbakan Erdoğan’a sadakatleri dışında herhangi bir gazetecilik başarıları
olmayan eski siyasetçiler atanıyor.
Tüm baskılara rağmen, farklı seslere
yer vermeye hala cesaret edebilen medya kuruluşlarına ise maliyeden ya da
ilgili kurumlardan teftiş heyetleri üzerine teftiş heyetleri gönderilip
yıldırılmaya çalışılıyor. Bu teftiş heyetleri de anında icat ettikleri vergi
suçlarıyla bu kurumlara büyük cezalar veriyor. Bu da yetmiyorsa, son olarak
İpek Grubu’nu hedef alan örnekte görüldüğü gibi, medya patronlarının başka
alanlardaki işleri tehdit edilerek yayın kuruluşları sindirilmeye çalışılıyor. Tüm
bunlara paralel olarak, hükümetin anti-demokratik, gayri hukuki ve keyfi icraatlarına
itiraz etmenin ve toplumsal eleştirinin yeni adreslerine dönen dijital mecralar
ve sosyal medya kulvarları da susturulmaya çalışılıyor. Örneklerine ancak Çin,
Kuzey Kore ve İran’da rastlanabilecek nitelikteki sansür yasalarıyla bu mecralar
tamamen ya da kısmen karartılmak isteniyor.
Şöyle bir dönüp medya ve basın
özgürlüğü konusunda Türkiye’nin son dönemde verdiği genel görüntüye
baktığımızda, medya üzerindeki baskıların ne Saddam Hüseyin’in Irak’ı, ne Beşar
Esad’ın Suriye’si, ne de Hüsnü Mübarek’in Mısır’ında görülmedik ölçüde arttığı
görülüyor. Hükümetin medyadaki tek seslilik çabaları kötü örnekler olarak
bahsedilen bu ülkeleri çoktan geride bırakmış durumda.
Günün sonunda doğrudan veya dolaylı
kontrol ve baskı yöntemleriyle, partizanca yayın yapan iktidar yanlısı çok
büyük bir medya imkanını elinde bulunduran Başbakan Erdoğan’ın Türkiye’nin en
büyük medya patronu olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Her konuşması, gönüllü
ya da zoraki olarak, en az 15 ulusal televizyon kanalında canlı yayınlanan
Başbakan Erdoğan, bu kanalların en az yarısının yönetimi üzerinde bir medya
patronunun sahip olduğundan daha fazla güç ve yetkiye sahip bulunuyor.
Ayrıca ulusal yayın yapan en az 7
gazetenin yayın çizgisinden çalışanlarının kim olacağına kadar her şey bizzat Başbakan
tarafından belirleniyor. Sonra da halkın, siyaset-medya ekseninde oluşan bu mafyatik
düzenin en işlevsel parçası haline gelen söz konusu medyaya inanması
bekleniyor. Maalesef başarılı olunuyor ve halkın bir kısmı bu propaganda
makinalarına inanıyor da.
For English: http://todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_337688_the-biggest-media-mogul-of-turkey.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder