26 Ocak 2014 Pazar

Türkiye’nin en büyük medya patronu


Pazar günü Zaman gazetesinde çok ilginç bir söyleşi vardı. Kamu yayıncısı TRT’nin ilk prodüktörlerinden olan ve bugün 80 yaşına merdiven dayamış bulunan Zeki Sözer, ‘Halkın Sesinden İktidarın Borazanına’ isimli kitabında yer verdiği ilginç tecrübelerini ve gözlemlerini paylaşmış. İçinde geçtiğimiz süreçte Türkiye’de gazeteciliğin düştüğü içler acısı durumu anlayabilmek için geçmişteki askeri darbe ve muhtıra dönemlerinin baskıcı ortamlarını TRT’de yaşamış bir duayen gazeteci olarak Sözer’in sözlerine kulak asmak gerekir.
Bakın Sözer ne diyor: “Mevcut iktidar, bırakın TRT gibi bütçesini parlamentodan geçirdiği kamu kuruluşunu, özel radyo, TV ve gazetelerin de hâkimiyetini ele geçirmiş durumda. Bugün bütün medya kuruluşları kendilerini iktidarın hizmetinde olmak zorunda hissediyor. Bu zorunluluğun içinde korkuyla beraber birtakım menfaat ilişkileri de var. Hükümet aleyhine yayın yapıldığı anda, o medya kurumlarının üzerine çöreklenildiği, baskı kurulduğu ortada… Şimdilerde duyuyorum internete sansür, kısıtlama gibi yönetmelik yapmaya çalışıyorlar. Bu tarz yasakçı zihniyetten vazgeçmeliler. Yolsuzluk iddiası operasyonuna yayın yasağı getiriliyor. Bunlar diktatörlerin yönettiği ülkelerin uygulamaları. Aynı uygulama şu an Çin’de de var… Türk medyası ne ihtilaller, ne kötü kötü günler gördü ama şu son yıllardaki kadar kötü olmamıştı.”
27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 gibi fiili askeri darbe ya da muhtıra sonrası ara rejim dönemlerinde yaşamadığım için gazetecilerin ne tür zorluklar altında işlerini yapmaya çalıştıklarını, tecrübeye dayalı olarak, bilemiyorum. O baskıcı dönemlere dair yazılanlar ise durumun pek iç açıcı olmadığını söylüyor. Benim medyanın darbeci generaller tarafından nasıl kontrol altına alındığına dair tek tecrübem, 28 Şubat 1997’de başlayan post-modern askeri darbe sürecinde yaşadıklarımdan ibaret. Bugünle o baskıcı karanlık süreci mukayese ettiğimde ise bugün yaşadıklarımızın o dönemde yaşananlardan geri kaldığını söyleyebilmem kesinlikle imkansız.
Mesela, yasaların teminatı altında oluşturulan özerk bir alanda objektif kamu yayıncılığı yapmakla yükümlü olan TRT ve Anadolu Ajansı gibi yayın organlarından objektif bir gazetecilik beklemeyi bırakalı uzun zaman oldu. Tıpkı Zeki Sözer’in kitabının isminde olduğu gibi TRT ve AA,  AKP’nin son döneminde iyice “halkın sesi” olmaktan çıkıp iyice “iktidarın borazanı”na dönüştü. Halkın verdiği vergilerle finanse edilen bu kamu kuruluşları uzunca bir zamandır iktidardaki partinin pespaye birer bülteni ve kara propaganda araçları haline getirildi. Mesela TRT’nin kanallarında birazcık farklı ses veren tüm programlar anında susturuldu. İşini gazeteciliğin evrensel standartlarında yapmaya çalışan gazeteciler ve programcılar anında tasfiye edildi. Halkın vergisiyle yayın yapan TRT ve AA, gelinen şu noktada,  inandırıcılığı ve güvenilirliğini yitirmiş ve tamamen AKP’nin borazanı işlevi gören mecralara dönüşmüş durumda
Tıpkı Hüsnü Mübarek döneminde Mısır kanallarının yaptığı gibi Başbakan Erdoğan’ın her faaliyeti, her konuşması TRT’nin tüm haber kanallarından anı anına canlı yayınlanıyor. Anadolu Ajansı’nın ise objektif yayıncılığı esas alması gereken bir kamu ajansı olduğu gerçeğini unutalı yıllar oluyor. İdeolojik, sübjektif, yanlı ve propaganda niteliğindeki partizan yayıncılığı habercilik sanan AA’nın yönetimindeki zevatın tüm yatırımı Başbakan Erdoğan ve çevresindeki oligarşik dar zümrenin gözüne girmekten ibaret. Bunu başardıklarından da şüphe yok.  
Sadece kamu yayın kuruluşlarının durumu bu halde olsa belki üzülmeye değmez. Ama Türk medyasının tamamı giderek öyle bir tahakküm altında yayıncılık yapar hale geldi ki, özel televizyonlar ve gazeteler bile doğrudan Başbakan ya da çevresindeki dar ekip tarafından yönetilir oldu. Mesela Başbakan’ın her gün defalarca yaptığı ve çoğu zaman yeni hiçbir şey söylemediği uzun konuşmalarının en az 15 ulusal ve çok daha fazla yerel veya bölgesel kanal tarafından canlı verilmesi ihlali imkansız bir adetten oldu.  Bazen en önemli konularda yayın yapmakta olan özel TV kanalları bile, konuları ve konukları itibariyle önem derecesi ne kadar yüksek olursa olsun programlarını derhal yarıda kesip, her an duymaktan herkesin artık cümle cümle ezberlediği Başbakan’ın onlarca kez tekrarladığı o konuşmalarına canlı bağlanmak zorunda hissediyorlar kendilerini. Bu konuşmalar ertesi gün de aşağı yukarı aynı başlıklarla en az 7 ulusal gazeteye manşet oluyor.
Elbette ki bazı TV kanalları ve gazeteler bu yaptıkları tuhaf işi gönüllü yapıyorlar. Çünkü bu TV kanallarında ve gazetelerde çalışan yöneticiler, görünürdeki patronları her kim olursa olsun, yüksek maaşlarını almalarını sağlayan esas patronun Başbakan Erdoğan olduğunu çok iyi biliyorlar. Gerçi yolsuzluk operasyonlarında ortaya saçılan bazı belgeler bu özel bilginin bir kısmının halk tarafından da bilinmesine yol açtı. Bu bilgiler bazı medya gruplarının patronaj yapısının, ancak mafyatik düzenlerde görülebilecek yöntemlerle, doğrudan Başbakan tarafından ya da Başbakan’a yakın çevrelerce oluşturulduğunu gözler önüne serdi. Mesela Sabah grubunun el değiştirmesi sırasında kamu ihaleleriyle zenginleştirilen bazı işadamlarından, hiçbir kayıt altına alınmaksızın, 100’er milyon dolar katkı vermelerinin istendiği bu sayede öğrenilmiş oldu.  
Öte yandan, en son Akşam grubunda görüldüğü gibi, muhalif yayın yapan medya gruplarına farklı yöntemler kullanılarak el konuluyor. Sonra da, hükümet tarafından el konulan bu medya varlıkları, herhangi bir şeffaf ihaleye çıkma ihtiyacı duyulmadan, yandaş sermayenin kontrolüne veriliyor. Bu medya kuruluşlarına yönetici olarak da Başbakan Erdoğan’a sadakatleri dışında herhangi bir gazetecilik başarıları olmayan eski siyasetçiler atanıyor.
Tüm baskılara rağmen, farklı seslere yer vermeye hala cesaret edebilen medya kuruluşlarına ise maliyeden ya da ilgili kurumlardan teftiş heyetleri üzerine teftiş heyetleri gönderilip yıldırılmaya çalışılıyor. Bu teftiş heyetleri de anında icat ettikleri vergi suçlarıyla bu kurumlara büyük cezalar veriyor. Bu da yetmiyorsa, son olarak İpek Grubu’nu hedef alan örnekte görüldüğü gibi, medya patronlarının başka alanlardaki işleri tehdit edilerek yayın kuruluşları sindirilmeye çalışılıyor. Tüm bunlara paralel olarak, hükümetin anti-demokratik, gayri hukuki ve keyfi icraatlarına itiraz etmenin ve toplumsal eleştirinin yeni adreslerine dönen dijital mecralar ve sosyal medya kulvarları da susturulmaya çalışılıyor. Örneklerine ancak Çin, Kuzey Kore ve İran’da rastlanabilecek nitelikteki sansür yasalarıyla bu mecralar tamamen ya da kısmen karartılmak isteniyor.
Şöyle bir dönüp medya ve basın özgürlüğü konusunda Türkiye’nin son dönemde verdiği genel görüntüye baktığımızda, medya üzerindeki baskıların ne Saddam Hüseyin’in Irak’ı, ne Beşar Esad’ın Suriye’si, ne de Hüsnü Mübarek’in Mısır’ında görülmedik ölçüde arttığı görülüyor. Hükümetin medyadaki tek seslilik çabaları kötü örnekler olarak bahsedilen bu ülkeleri çoktan geride bırakmış durumda.
Günün sonunda doğrudan veya dolaylı kontrol ve baskı yöntemleriyle, partizanca yayın yapan iktidar yanlısı çok büyük bir medya imkanını elinde bulunduran Başbakan Erdoğan’ın Türkiye’nin en büyük medya patronu olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Her konuşması, gönüllü ya da zoraki olarak, en az 15 ulusal televizyon kanalında canlı yayınlanan Başbakan Erdoğan, bu kanalların en az yarısının yönetimi üzerinde bir medya patronunun sahip olduğundan daha fazla güç ve yetkiye sahip bulunuyor.
Ayrıca ulusal yayın yapan en az 7 gazetenin yayın çizgisinden çalışanlarının kim olacağına kadar her şey bizzat Başbakan tarafından belirleniyor. Sonra da halkın, siyaset-medya ekseninde oluşan bu mafyatik düzenin en işlevsel parçası haline gelen söz konusu medyaya inanması bekleniyor. Maalesef başarılı olunuyor ve halkın bir kısmı bu propaganda makinalarına inanıyor da.

For English: http://todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_337688_the-biggest-media-mogul-of-turkey.html
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder