Türkiye’de bu işler hep
böyle oluyor. Ne zaman aylarca, yıllarca konuşulacak bir skandal patlak verse,
hemen daha büyük bir gündemmiş görüntüsü verilen bir konu üzerinden o skandalın
üstü örtülmeye, kamuoyunun dikkatleri başka yerlere çekilmeye çalışılıyor. Yolsuzluk,
hırsızlık, ihaleye fesat karıştırma, rüşvet ve komisyonculuk gibi yüz kızartıcı
suçlar el çabukluğu marifetiyle unutturulmaya çalışılırken, algı yönetimi için akla
hayale gelmedik yöntemlere, izana sığmayan argümanlara ve yalanlara
sığınılabiliyor. Şark kurnazlıklarıyla kurgulanan dezenformasyon çabalarının, hedeflenen
toplumsal algı deformasyonlarının ve dini ya da dünyevi her türden yalan ve
hileye başvurulan karartma girişimlerinin kurbanı olmamak için yapılması
gereken ise belli: Derin bir nefes almak ve asıl neyi tartışıyorduk en başından
yeniden hatırlamak.
Öyleyse hemen hatırlayalım:
Meselenin özü ne AKP hükümeti ile Hizmet Hareketi arasındaki sözümona bir “güç
mücadelesi”dir, ne de Hizmet Hareketi sempatizanlarının kamu sektöründeki doğal
varlığına atfen propagandası yapılan muhayyel bir “paralel devlet”tir. Bütün çarpıtma
ve yönlendirme çabalarına rağmen tartışmalarımız boyunca unutmamamız gereken konu
iddia edilen hırsızlıklardır, yolsuzluklardır ve haksız kazanç temini için komisyonculuk
suçlamalarıdır. Dahası, normal bir demokratik hukuk devletinde hükümetleri
anında istifaya zorlayacak vahim iddialara yönelik soruşturmaları, Türkiye
sanki ilkel bir kabile devletiymiş gibi, akıl almaz hoyratlıktaki yöntemlerle engelleme
ve karartma girişimleridir. Sırf güçlü kanıtları ortalığa saçılan yolsuzlukların
üzerini örtmek için, tek suçları kamu yararını korumak amacıyla hukuk
çerçevesinde görevini yapmak olan binlerce polisin ve konuyla hiç ilgisi
bulunmayan yüzlerce kamu görevlisinin hükümetin görülmedik yargısız infazıyla
tasfiye edilmesidir. Konu, on binlerce kamu görevlisinin ve vatandaşların
fişlenmesi, McCarthyism’i aratmayan bir cadı avcılığıyla insanların görevlerinden
alınmaları, masum insanların insafsız ve ahlaksız şahsiyet cellatlığına maruz
bırakılmalarıdır.
Aslında tüm bunların
üzerindeki asıl konu, demokratik meşru yollardan iktidara gelmiş olmasına
rağmen bir hükümetin ceberut devletin tüm imkanlarını kullanarak bir “tek adam –
tek parti yönetimi” kurma girişimidir. Konu yürütmenin, yani hükümetin, diğer
erkleri tamamen hiçe sayarak tüm gücü gasp etme ve erkler ayrılığını yok etme
cüretidir. İsterseniz adını da yerli yerince koyalım: Yaşadığımız bu süreç güçler
ayrılığı ve kontrol-denge ilkelerini ortadan kaldırmaya çalışan yürütmenin
yargıya yönelik tam teşekküllü bir darbe girişimidir.
Her türlü gayri meşru
yolu deneyerek yargının işleyişine müdahale etmekle kalmayan yürütmenin, tasfiyeler
ve yeni atamalar yoluyla devletin işleyen mekanizmalarını devre dışı bırakma
teşebbüsüdür. Yani asıl tartışmamız
gereken konu, hükümetin Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük yolsuzluk
soruşturmasının üstünü örtme telaşıyla yargının taleplerine karşı gelmesidir ve
elindeki tüm imkanları seferber ederek bir sivil darbe gerçekleştirme
çabasıdır. Hükümetin, inşasına giriştiği sivil darbe yapısının kalıcılığını
temin için, 2010 referandumunda yüzde 58’lik oy desteğiyle reforme edilen
yüksek yargıda ve HSYK’da anti-demokratik değişiklikler yapmak suretiyle yargıyı
tamamen yürütmenin kontrolüne alma gayretidir.
Sınır ve kural tanımaz
mevcut gücünün verdiği sarhoşlukla ve daha fazla güç/iktidara ulaşma arzusuyla hükümet
demokrasinin, demokratik kurumların ve hukuk devletinin canına ot tıkarken, kamuoyunun
dikkatleri tam da amaçlandığı gibi başka yönlere odaklanırsa, yarın iş işten
geçmiş ve çok geç kalmış olunur. Öte yandan, AKP hükümetinin hak, hukuk, ahlak
ve insaf kaidelerini ayaklar altına alarak yalanlar ve sahtekarlıklarla yürüttüğü
kara propagandanın toplumu esir alması halinde, bunun sonuçlarının bu ülkenin sadece
bugününü etkileyeceğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bugünkü muvakkat
toplumsal körlüğün sonuçları maalesef bu ülkenin bugününü olduğu kadar
geleceğini, bugünkü nesli olduğu kadar çocuklarımızı ve torunlarımızı da
etkileyeceğini asla unutmamak gerekir. Çünkü, ele geçirdiği güçlü medyatik
imkanlarla kara propaganda yöntemlerini pervasızca kullanan hükümetin sürdürdüğü
bu kritik algı savaşını kazanması sonrasında kurulacak olan Türkiye’nin hak ve
özgürlüklere duyarlı demokratik bir hukuk devleti olmayacağının tüm delilleri şimdiden
belirmiştir. Şu son süreçte hükümetin gayri meşru bir çerçevede yapıp ettikleri,
gelecekte muhtemelen yapıp edeceklerinin de birer habercisi ve kanıtı
niteliğindedir.
Sadece “masuniyet
karinesi” ilkesi çerçevesinde olup bitenlere bakmak bile ne demek istediğimizi
fazlasıyla anlatmaya yetecektir. Türkiye tarihinin en büyük yolsuzluk
soruşturmasında adı geçen zanlıların kişilik haklarının korunması amacıyla
herkes, haklı olarak, “masuniyet karinesi” ilkesine sığınırken, aynı ilke
hiçbir suçun zanlısı olmayan milyonlarca insanla ilgili olarak nedense bir
türlü akla getirilmiyor. Ortada hiçbir delil, bulgu, soruşturma sonuçları ya da
yargı kararı olmaksızın milyonlarca insan, sırf belirli bir sosyal harekete
yakınlıklarından dolayı bizzat başbakan ve diğer bakanlar tarafından
durmaksızın ne idüğü belirsiz bir “paralel devlet”in unsurları olmakla itham
edilebiliyor. Milyonlarca takipçisi olan ve daha çok eğitim ve hayır işleriyle
bilinen bir sivil toplum hareketi adeta bir terör ya da organize suç örgütüymüş
gibi insafsızca yaftalanıyor ve bugüne kadar hiçbir suça karışmamış bu
insanlarla ilgili “çete”, “provokatör”, “hain”, “uluslararası komploların
taşeronu”, “yabancı güçlerin işbirlikçisi” gibi akıl ve vicdanların kabul
etmeyeceği onlarca çirkin sıfat kullanılabiliyor.
Peki onlarca güçlü
delilin eşliğinde yolsuzluk ve rüşvetle suçlananlar için üzerinde titizlikle
durulan masuniyet karinesi neden bu masum insanlar için akıllara bir türlü
gelmiyor? Aynı ilke, doğrudan meydan meydan, kanal kanal dolaşan başbakanın
ağzından tüm bu “paralel devlet”, “devlet içinde çete”, “in”, “suç örgütü” ve
benzeri çirkin suçlamalar havalarda uçuşturulurken, bütün ülke geneline yayılan
haksız ve yargısız görevden almalar esnasında neden uygulanmıyor? Bu kadar
vahim iftiralar dolaşıma sokulurken, hangi delile dayanılarak yüzlerce emniyet
müdürünün, polisin ve diğer kamu görevlilerinin peşinen bu türden yapıların
parçası oldukları sonucuna varılıyor ve bu sonuç üzerinden görevden alınıyorlar?
Sırf hükümete yakın
isimlerin yolsuzluklarını örtmek, soruşturmayı engellemek ve delilleri karartmak
maksadıyla masum binlerce insan neye dayanılarak akıl almaz suçlamaların hedefi
haline getiriliyor? Eşi görülmedik bir kıyıma maruz bırakılıyorlar? Yoksa masuniyet
karinesi ilkesi sadece vahim delilleri ortalığa saçılan hükümet çevresinden muhtemel
şüpheliler için mi geçerli? Tek suçu sadece hukuk çerçevesinde görevini yapmak
olan ya da bu olaylarla hiçbir ilgisi bulunmayan binlerce, milyonlarca insan
hangi kanıta dayanılarak adeta suçlularmış gibi bir kara propagandanın hedefi yapılıyor?
Özetle mevzumuz hayali “paralel
devlet” ve benzeri temelsiz argümanlarla toplumsal algı yönetimini, daha
doğrusu algının saptırılmasını hedefleyen kara propaganda amaçlı tartışmalar değil.
Mevzumuz yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet ve giderek mafyatik bir tarz alan mevcut
yönetimin hukuk ve evrensel demokratik normları hiçe sayarak devleti tamamen
bir tek adam-tek parti aygıtına dönüştürme girişimidir.
English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_336431_dont-forget-the-real-agenda-is-corruption-theft.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder