12 Ocak 2014 Pazar

Sakın unutmayın! Asıl gündem yolsuzluklar ve hırsızlıklar



Türkiye’de bu işler hep böyle oluyor. Ne zaman aylarca, yıllarca konuşulacak bir skandal patlak verse, hemen daha büyük bir gündemmiş görüntüsü verilen bir konu üzerinden o skandalın üstü örtülmeye, kamuoyunun dikkatleri başka yerlere çekilmeye çalışılıyor. Yolsuzluk, hırsızlık, ihaleye fesat karıştırma, rüşvet ve komisyonculuk gibi yüz kızartıcı suçlar el çabukluğu marifetiyle unutturulmaya çalışılırken, algı yönetimi için akla hayale gelmedik yöntemlere, izana sığmayan argümanlara ve yalanlara sığınılabiliyor. Şark kurnazlıklarıyla kurgulanan dezenformasyon çabalarının, hedeflenen toplumsal algı deformasyonlarının ve dini ya da dünyevi her türden yalan ve hileye başvurulan karartma girişimlerinin kurbanı olmamak için yapılması gereken ise belli: Derin bir nefes almak ve asıl neyi tartışıyorduk en başından yeniden hatırlamak.
Öyleyse hemen hatırlayalım: Meselenin özü ne AKP hükümeti ile Hizmet Hareketi arasındaki sözümona bir “güç mücadelesi”dir, ne de Hizmet Hareketi sempatizanlarının kamu sektöründeki doğal varlığına atfen propagandası yapılan muhayyel bir “paralel devlet”tir. Bütün çarpıtma ve yönlendirme çabalarına rağmen tartışmalarımız boyunca unutmamamız gereken konu iddia edilen hırsızlıklardır, yolsuzluklardır ve haksız kazanç temini için komisyonculuk suçlamalarıdır. Dahası, normal bir demokratik hukuk devletinde hükümetleri anında istifaya zorlayacak vahim iddialara yönelik soruşturmaları, Türkiye sanki ilkel bir kabile devletiymiş gibi, akıl almaz hoyratlıktaki yöntemlerle engelleme ve karartma girişimleridir. Sırf güçlü kanıtları ortalığa saçılan yolsuzlukların üzerini örtmek için, tek suçları kamu yararını korumak amacıyla hukuk çerçevesinde görevini yapmak olan binlerce polisin ve konuyla hiç ilgisi bulunmayan yüzlerce kamu görevlisinin hükümetin görülmedik yargısız infazıyla tasfiye edilmesidir. Konu, on binlerce kamu görevlisinin ve vatandaşların fişlenmesi, McCarthyism’i aratmayan bir cadı avcılığıyla insanların görevlerinden alınmaları, masum insanların insafsız ve ahlaksız şahsiyet cellatlığına maruz bırakılmalarıdır.
Aslında tüm bunların üzerindeki asıl konu, demokratik meşru yollardan iktidara gelmiş olmasına rağmen bir hükümetin ceberut devletin tüm imkanlarını kullanarak bir “tek adam – tek parti yönetimi” kurma girişimidir. Konu yürütmenin, yani hükümetin, diğer erkleri tamamen hiçe sayarak tüm gücü gasp etme ve erkler ayrılığını yok etme cüretidir. İsterseniz adını da yerli yerince koyalım: Yaşadığımız bu süreç güçler ayrılığı ve kontrol-denge ilkelerini ortadan kaldırmaya çalışan yürütmenin yargıya yönelik tam teşekküllü bir darbe girişimidir.
Her türlü gayri meşru yolu deneyerek yargının işleyişine müdahale etmekle kalmayan yürütmenin, tasfiyeler ve yeni atamalar yoluyla devletin işleyen mekanizmalarını devre dışı bırakma teşebbüsüdür.  Yani asıl tartışmamız gereken konu, hükümetin Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük yolsuzluk soruşturmasının üstünü örtme telaşıyla yargının taleplerine karşı gelmesidir ve elindeki tüm imkanları seferber ederek bir sivil darbe gerçekleştirme çabasıdır. Hükümetin, inşasına giriştiği sivil darbe yapısının kalıcılığını temin için, 2010 referandumunda yüzde 58’lik oy desteğiyle reforme edilen yüksek yargıda ve HSYK’da anti-demokratik değişiklikler yapmak suretiyle yargıyı tamamen yürütmenin kontrolüne alma gayretidir.
Sınır ve kural tanımaz mevcut gücünün verdiği sarhoşlukla ve daha fazla güç/iktidara ulaşma arzusuyla hükümet demokrasinin, demokratik kurumların ve hukuk devletinin canına ot tıkarken, kamuoyunun dikkatleri tam da amaçlandığı gibi başka yönlere odaklanırsa, yarın iş işten geçmiş ve çok geç kalmış olunur. Öte yandan, AKP hükümetinin hak, hukuk, ahlak ve insaf kaidelerini ayaklar altına alarak yalanlar ve sahtekarlıklarla yürüttüğü kara propagandanın toplumu esir alması halinde, bunun sonuçlarının bu ülkenin sadece bugününü etkileyeceğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bugünkü muvakkat toplumsal körlüğün sonuçları maalesef bu ülkenin bugününü olduğu kadar geleceğini, bugünkü nesli olduğu kadar çocuklarımızı ve torunlarımızı da etkileyeceğini asla unutmamak gerekir. Çünkü, ele geçirdiği güçlü medyatik imkanlarla kara propaganda yöntemlerini pervasızca kullanan hükümetin sürdürdüğü bu kritik algı savaşını kazanması sonrasında kurulacak olan Türkiye’nin hak ve özgürlüklere duyarlı demokratik bir hukuk devleti olmayacağının tüm delilleri şimdiden belirmiştir. Şu son süreçte hükümetin gayri meşru bir çerçevede yapıp ettikleri, gelecekte muhtemelen yapıp edeceklerinin de birer habercisi ve kanıtı niteliğindedir.
Sadece “masuniyet karinesi” ilkesi çerçevesinde olup bitenlere bakmak bile ne demek istediğimizi fazlasıyla anlatmaya yetecektir. Türkiye tarihinin en büyük yolsuzluk soruşturmasında adı geçen zanlıların kişilik haklarının korunması amacıyla herkes, haklı olarak, “masuniyet karinesi” ilkesine sığınırken, aynı ilke hiçbir suçun zanlısı olmayan milyonlarca insanla ilgili olarak nedense bir türlü akla getirilmiyor. Ortada hiçbir delil, bulgu, soruşturma sonuçları ya da yargı kararı olmaksızın milyonlarca insan, sırf belirli bir sosyal harekete yakınlıklarından dolayı bizzat başbakan ve diğer bakanlar tarafından durmaksızın ne idüğü belirsiz bir “paralel devlet”in unsurları olmakla itham edilebiliyor. Milyonlarca takipçisi olan ve daha çok eğitim ve hayır işleriyle bilinen bir sivil toplum hareketi adeta bir terör ya da organize suç örgütüymüş gibi insafsızca yaftalanıyor ve bugüne kadar hiçbir suça karışmamış bu insanlarla ilgili “çete”, “provokatör”, “hain”, “uluslararası komploların taşeronu”, “yabancı güçlerin işbirlikçisi” gibi akıl ve vicdanların kabul etmeyeceği onlarca çirkin sıfat kullanılabiliyor.
Peki onlarca güçlü delilin eşliğinde yolsuzluk ve rüşvetle suçlananlar için üzerinde titizlikle durulan masuniyet karinesi neden bu masum insanlar için akıllara bir türlü gelmiyor? Aynı ilke, doğrudan meydan meydan, kanal kanal dolaşan başbakanın ağzından tüm bu “paralel devlet”, “devlet içinde çete”, “in”, “suç örgütü” ve benzeri çirkin suçlamalar havalarda uçuşturulurken, bütün ülke geneline yayılan haksız ve yargısız görevden almalar esnasında neden uygulanmıyor? Bu kadar vahim iftiralar dolaşıma sokulurken, hangi delile dayanılarak yüzlerce emniyet müdürünün, polisin ve diğer kamu görevlilerinin peşinen bu türden yapıların parçası oldukları sonucuna varılıyor ve bu sonuç üzerinden görevden alınıyorlar?
Sırf hükümete yakın isimlerin yolsuzluklarını örtmek, soruşturmayı engellemek ve delilleri karartmak maksadıyla masum binlerce insan neye dayanılarak akıl almaz suçlamaların hedefi haline getiriliyor? Eşi görülmedik bir kıyıma maruz bırakılıyorlar? Yoksa masuniyet karinesi ilkesi sadece vahim delilleri ortalığa saçılan hükümet çevresinden muhtemel şüpheliler için mi geçerli? Tek suçu sadece hukuk çerçevesinde görevini yapmak olan ya da bu olaylarla hiçbir ilgisi bulunmayan binlerce, milyonlarca insan hangi kanıta dayanılarak adeta suçlularmış gibi bir kara propagandanın hedefi yapılıyor?
Özetle mevzumuz hayali “paralel devlet” ve benzeri temelsiz argümanlarla toplumsal algı yönetimini, daha doğrusu algının saptırılmasını hedefleyen kara propaganda amaçlı tartışmalar değil. Mevzumuz yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet ve giderek mafyatik bir tarz alan mevcut yönetimin hukuk ve evrensel demokratik normları hiçe sayarak devleti tamamen bir tek adam-tek parti aygıtına dönüştürme girişimidir. 

English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_336431_dont-forget-the-real-agenda-is-corruption-theft.html



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder