Son dönemdeki gelişmelerle “ileri demokrasi” palavrası da, “güçlü ekonomi” masalı da maalesef öldü. Ama “paralel devlet” ile “milli irade hırsızları” dimdik ayakta. Sakin olun! Hemen telaş etmeyin! Önce “paralel devlet” ve “milli irade hırsızlığı” argümanlarının mucitleriyle aynı şeyi mi söylüyorum azıcık sabır gösterin ve yazacaklarımı bir okuyun…
Bir örgütlenme modeli
olarak devletleri suç, çıkar ve terör örgütlerinden ayıran şey meşruiyetidir.
Demokrasi ile yönetilen rejimlerde devlete meşruiyet kazandıran ilk şey, devlet
kurumlarını yöneten iradenin halkın iradesinin tecellisi niteliğinde olmasıdır.
İkincisi ise halk tarafından göreve getirilen bu iradenin tüm eylem ve
işlemlerinin hukuk çerçevesinde olması ve adalet ilkesinden asla sapmayacak
şekilde hukuka dayanmasıdır. Şimdi son dönemde yaşadığımız olayların analizini
bu zaviyeden şöyle bir yapalım.
Herkesin bildiği gibi
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük yolsuzluk
skandalının patlak verdiği 17 Aralık 2013 tarihinden bu yana, “en iyi savunma
saldırıdır” mantığıyla hareket ediyor. Bugüne kadar adı hiçbir suça ya da gayri
meşru eyleme bulaşmamış Hizmet Hareketi’ne gönül vermiş masum insanları,
yolsuzluk soruşturmalarının arkasındaki güç olarak algılıyor ve devlet içinde
ayrı bir devlet niteliğinde hareket eden bir “paralel devlet” olmakla itham
ediyor.
Ne enteresandır ki,
milyonlarca insanı rencide edecek şekilde “paralel devlet” iftirasının gündeme
getirilmesinin üzerinden neredeyse 1,5 ay geçmesine rağmen, ortaya ne somut bir
delil konabilmiş, ne de bu iddialar hakkında herhangi bir soruşturma
açılabilmiş değil. Buna rağmen, Başbakan Erdoğan başta olmak üzere hükümet
üyeleri katıldıkları her TV programında, verdikleri her demeçte ve her mitingde
durmaksızın ve giderek dozu yükselterek “paralel devlet” iftirasını
dillendirmeye devam ediyorlar. Üstelik sadece bu insafsız, temelsiz, kof ve
hoyrat iftirayla da yetinmiyorlar. Eğitim merkezli insani faaliyetleri 160
ülkeye ulaşmış bir büyük sivil toplum hareketinin gönüllülerine “çete”, “suç
örgütü” olmak iftirasını atıyorlar. Bununla da tatmin olmuyor olmalılar ki,
insanlık tarihinin belki de en insancıl ve en barışçıl sivil toplum
gönüllülerini olabilecek en aşağılık suçlamayla, yani “Haşhaşi” olmakla itham
ediyolar. Bu itham ve iftiraların elbette ki kısa ve uzun vadeli sonuçları
olacaktır. Ümit ediyorum ki, özellikle ilk seçim sandığına yansıyacak bu
muhtemel sonuçlardan gırtlağına kadar yolsuzluk ve hırsızlığa bulaştıkları
iddia edilen iktidar çevreleri pek memnun kalmayacaklardır.
Yukarıda da belirttiğim
gibi devleti devlet yapan dayandığı demokratik meşruiyet ve eylemlerinin cari
hukuka bağlılığıdır. Hükümet üyelerinin de adının karıştığı yolsuzluk, rüşvet
ve usulsüzlükleri araştıran savcılar ve savcıların hukuk çerçevesindeki
emirleriyle hareket eden polis yetkililerinin hukuk dışı hareket ettiğine dair
bugüne kadar ortaya konulmuş herhangi bir somut delil bulunmuyor. İşte tam da
hukukun; ve demokratik hukuk devleti olarak tanımlanan rejimlere ruh veren
şeffaflık, hesap verebilirlik ve kanun önünde eşitlik ilkelerinin gereğini
yapan bu kamu görevlileri Başbakan Erdoğan ve ekürisi tarafından pervasızca
“paralel devlet” olmakla itham ediliyorlar. Oysa görevlerini icra ederken hukuk
ve demokrasinin gereğini yerine getirenlerin hukuk dışı ya da keyfi herhangi
bir eylemi söz konusu değilken, son 1,5 aydır hükümetin pek çok eylem ve
tasarrufunun keyfi, hukuk dışı ve gayri meşru olduğuna dair tonlarca delil ve emare
bulunuyor.
Şimdi birinci soru şu:
Hukuk çerçevesinde hareket eden, sadece ve sadece hukukun kendilerine verdiği
sorumluluğu yerine getiren, bu sorumluluğu yerine getirirken de yetki ve gücünü
yine hukuktan alan savcı, hakim ve polis amirlerinin “paralel devlet” olduğunu
kim, nasıl iddia edebilir?
İkinci ve daha vahim
soru ise şu: Her ne kadar halktan aldıkları oyla iktidara gelmiş olsalar da bir
siyasal kadro, şayet siyasal rejime demokratik hukuk devleti karakterini
kazandıran güçler ayrılığı ilkesini hiçe sayıp meşru demokratik sistemin
kontrol ve denge mekanizmalarını işlemez hale getiriyorsa; hiçbir kural, kanun,
norm, ahlak ve teamül tanımaksızın alabildiğine keyfi hareket ediyorsa;
“paralel devlet”, “çete”, “Haşaşi”, “in” ve benzeri iftiralarla dolu suçlamalar
eşliğinde masuniyet ilkesini hiçe sayıp binlerce polis yetkilisi ve memurunu,
yüzlerce yargı mensubunu görülmedik bir yargısız infaza tabi tutarak yerinden
ediyorsa; ancak Ortaçağ’ın hukuksuz derebeylikleriyle mukayese edilebilecek
kaba kuvvete başvurarak ve hukuka aykırı hoyrat yöntemler kullanarak yolsuzluk,
rüşvet ve hırsızlık soruşturmalarının üstünü örtüp, delilleri karartma yoluna
gidiyorsa “paralel devlet” olarak anılmayı asıl bu siyasal kadro hak etmez mi?
Meşru demokratik devleti devlet yapan şayet
hukuk ve demokratik kurallarsa, bu devletin kurumlarını kullanma kılavuzu ve
hatta ruhu niteliğindeki hukukunun gereğine göre hareket edenler midir “paralel
devlet”, yoksa yöneten ya da yönetilen
ayırt etmeksizin herkesi bağlaması gereken bu cari hukuk dışında “fetvalarla”,
dinen de hukuken de tartışmalı “dini cevazlarla” mevcut hukuk düzeninin dışında
ve belki de hukuk düzeninin aleyhine
olacak şekilde keyfi hareket edenler midir “paralel devlet” ithamını hak
edenler? Bu hayati sorunun cevabı bana göre çok açık. Ama sizin vereceğiniz
cevap tamamen sizin vicdanlarınıza kalmış!
Bir de tabi kendi
adıyla birlikte bazı yakınlarının, başında bulunduğu hükümetin bazı üyelerinin
ve kendisine yakın bazı bürokratların adları yolsuzluk, usulsüzlük, kayırmacılık,
rüşvetle anılan, yani özetle kendisi ve çevresindekiler bir nevi hırsızlıkla
suçlanan Başbakan Erdoğan, yolsuzluk soruşturmalarını hükümetine karşı
girişilmiş bir darbe olarak nitelendiriyor. Yetinmiyor sıklıkla “Asıl hırsızlık
nedir biliyor musunuz?” diye soruyor ve kendisi cevaplıyor “Millet iradesini
çalan hırsızlıktır.” Başbakan Erdoğan bu söylemi son dönemde çok sık
tekrarlıyor. Belli ki bu söyleme çok inanıyor… Yine şaşıracaksınız belki ama
Başbakan Erdoğan bu argümanında da haklı. Çünkü “millet iradesini çalan
hırsızlar”ın olduğunu en iyi kendisi biliyor. Açıklayayım…
Başbakan Erdoğan,
bugüne kadar girdiği her seçimi partisinin oylarını artırarak kazanan bir
siyasetçi oldu. Bu başarısında hiç şüphesiz parti programında ve seçim
programlarında vaat ettiklerini gücü yettiğince yerine getirmenin etkisi büyük
oldu. O dönemlerde pek çok farklı kesimden insanlar da demokratikleşme
reformlarına destek oldu. Yeni sorum şu: Peki Başbakan Erdoğan, son seçimlerde
vaat ettiklerini şimdi ne kadar yerine getiriyor? Partisinin seçim
manifestosunda vaat ettiklerini mi, yoksa bunların tam tersini ya da hiç
alakası olmayan şeyleri mi yapmakla meşgul?
Mesela Başbakan
Erdoğan, 12 Haziran 2011 seçimleri öncesi halktan oy isterken, 12 Eylül 2010
anayasa referandumu sayesinde demokratikleştirilen yüksek yargı sistemini
eskisinden daha hukuksuz ve anti-demokratik hale getireceğim demişti de bizim
mi haberimiz olmadı? Mesela, şeffaflık ve hesap verebilirlik Türkiye’ye göre
değil deyip, Sayıştay’la birlikte tüm denetim mekanizmalarını devre dışı
bırakmayı mı vaat etmişti? Ya da daha henüz 6 ay önce değiştirilen şike
yasasından dolayı ceza alacak yakınlarını korumak için alelacele bu yasayı
yeniden değiştirmeyi vaat ettiğini hatırlayanınız var mı? Peki, eğitimde 4+4+4
sistemi ve özel dershaneleri kapatma benzeri vaatlerini ne zaman dile getirdi?
Yandaş işadamlarına verilecek kamu ihalelerinin niteliğine göre kamu ihalesi
kanununda sürekli değişiklik yapmak da vaatleri arasında var mıydı? Bununla da
yetinmeyip kamu ihalelerinde yolsuzluk ya da usulsüzlüklere dair kanunda
değişiklikler yaparak radikal ceza indirimlerini de vaat etmiş miydi? Güçler
ayrılığını hiçe sayacağına, yargıyı işlemez hale getireceğine, keyfi kararlarla
devleti otoriter bir aşiret devletine dönüştüreceğine dair vaatlerini
hatırlıyor musunuz? Ya da herkes için bağlayıcı olan cari hukuk yerine
özellikle akçeli işlerde bazı din adamlarının vereceği dinen, hukuken ve
ahlaken tartışmalı fetvalara göre hareket edeceğini de söylemiş miydi? Ya peki
meydan meydan dolaşarak bağıra bağıra dile getirdiği demokratik bir anayasa
yapma vaadinin gerekleri nerede?
Herhalde bugünlerde
yapılabilecek en kolay şey Başbakan Erdoğan’ın vaat ettiği halde
gerçekleştirmediği, seçimler öncesinde hiç gündeme getirmediği halde bugün tüm
gücüyle gerçekleştirmeye çalıştığı şeylerin listesini yapmak olsa gerektir.
Halka daha fazla demokrasi, daha fazla hukuk, daha fazla özgürlük, daha fazla
şeffaflık ve hesap verebilirlik, yeni bir anayasa ve AB uyum sürecine hız
vermeyi vaat ederek oy istemek ve istediğini halktan güçlü bir şekilde almak…
Ama vaat ettiklerini gerçekleştirmek yerine otoriter ve keyfi bir yönetim
sergileyerek demokrasi ve hukukla bağdaşmayan anakronistik hayaller peşinde
koşmak… Allah aşkına asıl “milli irade hırsızlığı” ve “milli iradenin
aldatılması” bunlar değildir de nedir!!!