30 Ocak 2014 Perşembe

‘Paralel devlet’ ve ‘milli irade hırsızları’


Son dönemdeki gelişmelerle “ileri demokrasi” palavrası da, “güçlü ekonomi” masalı da maalesef öldü. Ama “paralel devlet” ile “milli irade hırsızları” dimdik ayakta. Sakin olun! Hemen telaş etmeyin! Önce “paralel devlet” ve “milli irade hırsızlığı” argümanlarının mucitleriyle aynı şeyi mi söylüyorum azıcık sabır gösterin ve yazacaklarımı bir okuyun…
Bir örgütlenme modeli olarak devletleri suç, çıkar ve terör örgütlerinden ayıran şey meşruiyetidir. Demokrasi ile yönetilen rejimlerde devlete meşruiyet kazandıran ilk şey, devlet kurumlarını yöneten iradenin halkın iradesinin tecellisi niteliğinde olmasıdır. İkincisi ise halk tarafından göreve getirilen bu iradenin tüm eylem ve işlemlerinin hukuk çerçevesinde olması ve adalet ilkesinden asla sapmayacak şekilde hukuka dayanmasıdır. Şimdi son dönemde yaşadığımız olayların analizini bu zaviyeden şöyle bir yapalım.
Herkesin bildiği gibi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük yolsuzluk skandalının patlak verdiği 17 Aralık 2013 tarihinden bu yana, “en iyi savunma saldırıdır” mantığıyla hareket ediyor. Bugüne kadar adı hiçbir suça ya da gayri meşru eyleme bulaşmamış Hizmet Hareketi’ne gönül vermiş masum insanları, yolsuzluk soruşturmalarının arkasındaki güç olarak algılıyor ve devlet içinde ayrı bir devlet niteliğinde hareket eden bir “paralel devlet” olmakla itham ediyor.
Ne enteresandır ki, milyonlarca insanı rencide edecek şekilde “paralel devlet” iftirasının gündeme getirilmesinin üzerinden neredeyse 1,5 ay geçmesine rağmen, ortaya ne somut bir delil konabilmiş, ne de bu iddialar hakkında herhangi bir soruşturma açılabilmiş değil. Buna rağmen, Başbakan Erdoğan başta olmak üzere hükümet üyeleri katıldıkları her TV programında, verdikleri her demeçte ve her mitingde durmaksızın ve giderek dozu yükselterek “paralel devlet” iftirasını dillendirmeye devam ediyorlar. Üstelik sadece bu insafsız, temelsiz, kof ve hoyrat iftirayla da yetinmiyorlar. Eğitim merkezli insani faaliyetleri 160 ülkeye ulaşmış bir büyük sivil toplum hareketinin gönüllülerine “çete”, “suç örgütü” olmak iftirasını atıyorlar. Bununla da tatmin olmuyor olmalılar ki, insanlık tarihinin belki de en insancıl ve en barışçıl sivil toplum gönüllülerini olabilecek en aşağılık suçlamayla, yani “Haşhaşi” olmakla itham ediyolar. Bu itham ve iftiraların elbette ki kısa ve uzun vadeli sonuçları olacaktır. Ümit ediyorum ki, özellikle ilk seçim sandığına yansıyacak bu muhtemel sonuçlardan gırtlağına kadar yolsuzluk ve hırsızlığa bulaştıkları iddia edilen iktidar çevreleri pek memnun kalmayacaklardır.
Yukarıda da belirttiğim gibi devleti devlet yapan dayandığı demokratik meşruiyet ve eylemlerinin cari hukuka bağlılığıdır. Hükümet üyelerinin de adının karıştığı yolsuzluk, rüşvet ve usulsüzlükleri araştıran savcılar ve savcıların hukuk çerçevesindeki emirleriyle hareket eden polis yetkililerinin hukuk dışı hareket ettiğine dair bugüne kadar ortaya konulmuş herhangi bir somut delil bulunmuyor. İşte tam da hukukun; ve demokratik hukuk devleti olarak tanımlanan rejimlere ruh veren şeffaflık, hesap verebilirlik ve kanun önünde eşitlik ilkelerinin gereğini yapan bu kamu görevlileri Başbakan Erdoğan ve ekürisi tarafından pervasızca “paralel devlet” olmakla itham ediliyorlar. Oysa görevlerini icra ederken hukuk ve demokrasinin gereğini yerine getirenlerin hukuk dışı ya da keyfi herhangi bir eylemi söz konusu değilken, son 1,5 aydır hükümetin pek çok eylem ve tasarrufunun keyfi, hukuk dışı ve gayri meşru olduğuna dair tonlarca delil ve emare bulunuyor.
Şimdi birinci soru şu: Hukuk çerçevesinde hareket eden, sadece ve sadece hukukun kendilerine verdiği sorumluluğu yerine getiren, bu sorumluluğu yerine getirirken de yetki ve gücünü yine hukuktan alan savcı, hakim ve polis amirlerinin “paralel devlet” olduğunu kim, nasıl iddia edebilir?
İkinci ve daha vahim soru ise şu: Her ne kadar halktan aldıkları oyla iktidara gelmiş olsalar da bir siyasal kadro, şayet siyasal rejime demokratik hukuk devleti karakterini kazandıran güçler ayrılığı ilkesini hiçe sayıp meşru demokratik sistemin kontrol ve denge mekanizmalarını işlemez hale getiriyorsa; hiçbir kural, kanun, norm, ahlak ve teamül tanımaksızın alabildiğine keyfi hareket ediyorsa; “paralel devlet”, “çete”, “Haşaşi”, “in” ve benzeri iftiralarla dolu suçlamalar eşliğinde masuniyet ilkesini hiçe sayıp binlerce polis yetkilisi ve memurunu, yüzlerce yargı mensubunu görülmedik bir yargısız infaza tabi tutarak yerinden ediyorsa; ancak Ortaçağ’ın hukuksuz derebeylikleriyle mukayese edilebilecek kaba kuvvete başvurarak ve hukuka aykırı hoyrat yöntemler kullanarak yolsuzluk, rüşvet ve hırsızlık soruşturmalarının üstünü örtüp, delilleri karartma yoluna gidiyorsa “paralel devlet” olarak anılmayı asıl bu siyasal kadro hak etmez mi?
 Meşru demokratik devleti devlet yapan şayet hukuk ve demokratik kurallarsa, bu devletin kurumlarını kullanma kılavuzu ve hatta ruhu niteliğindeki hukukunun gereğine göre hareket edenler midir “paralel devlet”,  yoksa yöneten ya da yönetilen ayırt etmeksizin herkesi bağlaması gereken bu cari hukuk dışında “fetvalarla”, dinen de hukuken de tartışmalı “dini cevazlarla” mevcut hukuk düzeninin dışında ve belki de  hukuk düzeninin aleyhine olacak şekilde keyfi hareket edenler midir “paralel devlet” ithamını hak edenler? Bu hayati sorunun cevabı bana göre çok açık. Ama sizin vereceğiniz cevap tamamen sizin vicdanlarınıza kalmış!
Bir de tabi kendi adıyla birlikte bazı yakınlarının, başında bulunduğu hükümetin bazı üyelerinin ve kendisine yakın bazı bürokratların adları yolsuzluk, usulsüzlük, kayırmacılık, rüşvetle anılan, yani özetle kendisi ve çevresindekiler bir nevi hırsızlıkla suçlanan Başbakan Erdoğan, yolsuzluk soruşturmalarını hükümetine karşı girişilmiş bir darbe olarak nitelendiriyor. Yetinmiyor sıklıkla “Asıl hırsızlık nedir biliyor musunuz?” diye soruyor ve kendisi cevaplıyor “Millet iradesini çalan hırsızlıktır.” Başbakan Erdoğan bu söylemi son dönemde çok sık tekrarlıyor. Belli ki bu söyleme çok inanıyor… Yine şaşıracaksınız belki ama Başbakan Erdoğan bu argümanında da haklı. Çünkü “millet iradesini çalan hırsızlar”ın olduğunu en iyi kendisi biliyor. Açıklayayım…
Başbakan Erdoğan, bugüne kadar girdiği her seçimi partisinin oylarını artırarak kazanan bir siyasetçi oldu. Bu başarısında hiç şüphesiz parti programında ve seçim programlarında vaat ettiklerini gücü yettiğince yerine getirmenin etkisi büyük oldu. O dönemlerde pek çok farklı kesimden insanlar da demokratikleşme reformlarına destek oldu. Yeni sorum şu: Peki Başbakan Erdoğan, son seçimlerde vaat ettiklerini şimdi ne kadar yerine getiriyor? Partisinin seçim manifestosunda vaat ettiklerini mi, yoksa bunların tam tersini ya da hiç alakası olmayan şeyleri mi yapmakla meşgul?
Mesela Başbakan Erdoğan, 12 Haziran 2011 seçimleri öncesi halktan oy isterken, 12 Eylül 2010 anayasa referandumu sayesinde demokratikleştirilen yüksek yargı sistemini eskisinden daha hukuksuz ve anti-demokratik hale getireceğim demişti de bizim mi haberimiz olmadı? Mesela, şeffaflık ve hesap verebilirlik Türkiye’ye göre değil deyip, Sayıştay’la birlikte tüm denetim mekanizmalarını devre dışı bırakmayı mı vaat etmişti? Ya da daha henüz 6 ay önce değiştirilen şike yasasından dolayı ceza alacak yakınlarını korumak için alelacele bu yasayı yeniden değiştirmeyi vaat ettiğini hatırlayanınız var mı? Peki, eğitimde 4+4+4 sistemi ve özel dershaneleri kapatma benzeri vaatlerini ne zaman dile getirdi? Yandaş işadamlarına verilecek kamu ihalelerinin niteliğine göre kamu ihalesi kanununda sürekli değişiklik yapmak da vaatleri arasında var mıydı? Bununla da yetinmeyip kamu ihalelerinde yolsuzluk ya da usulsüzlüklere dair kanunda değişiklikler yaparak radikal ceza indirimlerini de vaat etmiş miydi? Güçler ayrılığını hiçe sayacağına, yargıyı işlemez hale getireceğine, keyfi kararlarla devleti otoriter bir aşiret devletine dönüştüreceğine dair vaatlerini hatırlıyor musunuz? Ya da herkes için bağlayıcı olan cari hukuk yerine özellikle akçeli işlerde bazı din adamlarının vereceği dinen, hukuken ve ahlaken tartışmalı fetvalara göre hareket edeceğini de söylemiş miydi? Ya peki meydan meydan dolaşarak bağıra bağıra dile getirdiği demokratik bir anayasa yapma vaadinin gerekleri nerede?
Herhalde bugünlerde yapılabilecek en kolay şey Başbakan Erdoğan’ın vaat ettiği halde gerçekleştirmediği, seçimler öncesinde hiç gündeme getirmediği halde bugün tüm gücüyle gerçekleştirmeye çalıştığı şeylerin listesini yapmak olsa gerektir. Halka daha fazla demokrasi, daha fazla hukuk, daha fazla özgürlük, daha fazla şeffaflık ve hesap verebilirlik, yeni bir anayasa ve AB uyum sürecine hız vermeyi vaat ederek oy istemek ve istediğini halktan güçlü bir şekilde almak… Ama vaat ettiklerini gerçekleştirmek yerine otoriter ve keyfi bir yönetim sergileyerek demokrasi ve hukukla bağdaşmayan anakronistik hayaller peşinde koşmak… Allah aşkına asıl “milli irade hırsızlığı” ve “milli iradenin aldatılması” bunlar değildir de nedir!!!

26 Ocak 2014 Pazar

Türkiye’nin en büyük medya patronu


Pazar günü Zaman gazetesinde çok ilginç bir söyleşi vardı. Kamu yayıncısı TRT’nin ilk prodüktörlerinden olan ve bugün 80 yaşına merdiven dayamış bulunan Zeki Sözer, ‘Halkın Sesinden İktidarın Borazanına’ isimli kitabında yer verdiği ilginç tecrübelerini ve gözlemlerini paylaşmış. İçinde geçtiğimiz süreçte Türkiye’de gazeteciliğin düştüğü içler acısı durumu anlayabilmek için geçmişteki askeri darbe ve muhtıra dönemlerinin baskıcı ortamlarını TRT’de yaşamış bir duayen gazeteci olarak Sözer’in sözlerine kulak asmak gerekir.
Bakın Sözer ne diyor: “Mevcut iktidar, bırakın TRT gibi bütçesini parlamentodan geçirdiği kamu kuruluşunu, özel radyo, TV ve gazetelerin de hâkimiyetini ele geçirmiş durumda. Bugün bütün medya kuruluşları kendilerini iktidarın hizmetinde olmak zorunda hissediyor. Bu zorunluluğun içinde korkuyla beraber birtakım menfaat ilişkileri de var. Hükümet aleyhine yayın yapıldığı anda, o medya kurumlarının üzerine çöreklenildiği, baskı kurulduğu ortada… Şimdilerde duyuyorum internete sansür, kısıtlama gibi yönetmelik yapmaya çalışıyorlar. Bu tarz yasakçı zihniyetten vazgeçmeliler. Yolsuzluk iddiası operasyonuna yayın yasağı getiriliyor. Bunlar diktatörlerin yönettiği ülkelerin uygulamaları. Aynı uygulama şu an Çin’de de var… Türk medyası ne ihtilaller, ne kötü kötü günler gördü ama şu son yıllardaki kadar kötü olmamıştı.”
27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 gibi fiili askeri darbe ya da muhtıra sonrası ara rejim dönemlerinde yaşamadığım için gazetecilerin ne tür zorluklar altında işlerini yapmaya çalıştıklarını, tecrübeye dayalı olarak, bilemiyorum. O baskıcı dönemlere dair yazılanlar ise durumun pek iç açıcı olmadığını söylüyor. Benim medyanın darbeci generaller tarafından nasıl kontrol altına alındığına dair tek tecrübem, 28 Şubat 1997’de başlayan post-modern askeri darbe sürecinde yaşadıklarımdan ibaret. Bugünle o baskıcı karanlık süreci mukayese ettiğimde ise bugün yaşadıklarımızın o dönemde yaşananlardan geri kaldığını söyleyebilmem kesinlikle imkansız.
Mesela, yasaların teminatı altında oluşturulan özerk bir alanda objektif kamu yayıncılığı yapmakla yükümlü olan TRT ve Anadolu Ajansı gibi yayın organlarından objektif bir gazetecilik beklemeyi bırakalı uzun zaman oldu. Tıpkı Zeki Sözer’in kitabının isminde olduğu gibi TRT ve AA,  AKP’nin son döneminde iyice “halkın sesi” olmaktan çıkıp iyice “iktidarın borazanı”na dönüştü. Halkın verdiği vergilerle finanse edilen bu kamu kuruluşları uzunca bir zamandır iktidardaki partinin pespaye birer bülteni ve kara propaganda araçları haline getirildi. Mesela TRT’nin kanallarında birazcık farklı ses veren tüm programlar anında susturuldu. İşini gazeteciliğin evrensel standartlarında yapmaya çalışan gazeteciler ve programcılar anında tasfiye edildi. Halkın vergisiyle yayın yapan TRT ve AA, gelinen şu noktada,  inandırıcılığı ve güvenilirliğini yitirmiş ve tamamen AKP’nin borazanı işlevi gören mecralara dönüşmüş durumda
Tıpkı Hüsnü Mübarek döneminde Mısır kanallarının yaptığı gibi Başbakan Erdoğan’ın her faaliyeti, her konuşması TRT’nin tüm haber kanallarından anı anına canlı yayınlanıyor. Anadolu Ajansı’nın ise objektif yayıncılığı esas alması gereken bir kamu ajansı olduğu gerçeğini unutalı yıllar oluyor. İdeolojik, sübjektif, yanlı ve propaganda niteliğindeki partizan yayıncılığı habercilik sanan AA’nın yönetimindeki zevatın tüm yatırımı Başbakan Erdoğan ve çevresindeki oligarşik dar zümrenin gözüne girmekten ibaret. Bunu başardıklarından da şüphe yok.  
Sadece kamu yayın kuruluşlarının durumu bu halde olsa belki üzülmeye değmez. Ama Türk medyasının tamamı giderek öyle bir tahakküm altında yayıncılık yapar hale geldi ki, özel televizyonlar ve gazeteler bile doğrudan Başbakan ya da çevresindeki dar ekip tarafından yönetilir oldu. Mesela Başbakan’ın her gün defalarca yaptığı ve çoğu zaman yeni hiçbir şey söylemediği uzun konuşmalarının en az 15 ulusal ve çok daha fazla yerel veya bölgesel kanal tarafından canlı verilmesi ihlali imkansız bir adetten oldu.  Bazen en önemli konularda yayın yapmakta olan özel TV kanalları bile, konuları ve konukları itibariyle önem derecesi ne kadar yüksek olursa olsun programlarını derhal yarıda kesip, her an duymaktan herkesin artık cümle cümle ezberlediği Başbakan’ın onlarca kez tekrarladığı o konuşmalarına canlı bağlanmak zorunda hissediyorlar kendilerini. Bu konuşmalar ertesi gün de aşağı yukarı aynı başlıklarla en az 7 ulusal gazeteye manşet oluyor.
Elbette ki bazı TV kanalları ve gazeteler bu yaptıkları tuhaf işi gönüllü yapıyorlar. Çünkü bu TV kanallarında ve gazetelerde çalışan yöneticiler, görünürdeki patronları her kim olursa olsun, yüksek maaşlarını almalarını sağlayan esas patronun Başbakan Erdoğan olduğunu çok iyi biliyorlar. Gerçi yolsuzluk operasyonlarında ortaya saçılan bazı belgeler bu özel bilginin bir kısmının halk tarafından da bilinmesine yol açtı. Bu bilgiler bazı medya gruplarının patronaj yapısının, ancak mafyatik düzenlerde görülebilecek yöntemlerle, doğrudan Başbakan tarafından ya da Başbakan’a yakın çevrelerce oluşturulduğunu gözler önüne serdi. Mesela Sabah grubunun el değiştirmesi sırasında kamu ihaleleriyle zenginleştirilen bazı işadamlarından, hiçbir kayıt altına alınmaksızın, 100’er milyon dolar katkı vermelerinin istendiği bu sayede öğrenilmiş oldu.  
Öte yandan, en son Akşam grubunda görüldüğü gibi, muhalif yayın yapan medya gruplarına farklı yöntemler kullanılarak el konuluyor. Sonra da, hükümet tarafından el konulan bu medya varlıkları, herhangi bir şeffaf ihaleye çıkma ihtiyacı duyulmadan, yandaş sermayenin kontrolüne veriliyor. Bu medya kuruluşlarına yönetici olarak da Başbakan Erdoğan’a sadakatleri dışında herhangi bir gazetecilik başarıları olmayan eski siyasetçiler atanıyor.
Tüm baskılara rağmen, farklı seslere yer vermeye hala cesaret edebilen medya kuruluşlarına ise maliyeden ya da ilgili kurumlardan teftiş heyetleri üzerine teftiş heyetleri gönderilip yıldırılmaya çalışılıyor. Bu teftiş heyetleri de anında icat ettikleri vergi suçlarıyla bu kurumlara büyük cezalar veriyor. Bu da yetmiyorsa, son olarak İpek Grubu’nu hedef alan örnekte görüldüğü gibi, medya patronlarının başka alanlardaki işleri tehdit edilerek yayın kuruluşları sindirilmeye çalışılıyor. Tüm bunlara paralel olarak, hükümetin anti-demokratik, gayri hukuki ve keyfi icraatlarına itiraz etmenin ve toplumsal eleştirinin yeni adreslerine dönen dijital mecralar ve sosyal medya kulvarları da susturulmaya çalışılıyor. Örneklerine ancak Çin, Kuzey Kore ve İran’da rastlanabilecek nitelikteki sansür yasalarıyla bu mecralar tamamen ya da kısmen karartılmak isteniyor.
Şöyle bir dönüp medya ve basın özgürlüğü konusunda Türkiye’nin son dönemde verdiği genel görüntüye baktığımızda, medya üzerindeki baskıların ne Saddam Hüseyin’in Irak’ı, ne Beşar Esad’ın Suriye’si, ne de Hüsnü Mübarek’in Mısır’ında görülmedik ölçüde arttığı görülüyor. Hükümetin medyadaki tek seslilik çabaları kötü örnekler olarak bahsedilen bu ülkeleri çoktan geride bırakmış durumda.
Günün sonunda doğrudan veya dolaylı kontrol ve baskı yöntemleriyle, partizanca yayın yapan iktidar yanlısı çok büyük bir medya imkanını elinde bulunduran Başbakan Erdoğan’ın Türkiye’nin en büyük medya patronu olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Her konuşması, gönüllü ya da zoraki olarak, en az 15 ulusal televizyon kanalında canlı yayınlanan Başbakan Erdoğan, bu kanalların en az yarısının yönetimi üzerinde bir medya patronunun sahip olduğundan daha fazla güç ve yetkiye sahip bulunuyor.
Ayrıca ulusal yayın yapan en az 7 gazetenin yayın çizgisinden çalışanlarının kim olacağına kadar her şey bizzat Başbakan tarafından belirleniyor. Sonra da halkın, siyaset-medya ekseninde oluşan bu mafyatik düzenin en işlevsel parçası haline gelen söz konusu medyaya inanması bekleniyor. Maalesef başarılı olunuyor ve halkın bir kısmı bu propaganda makinalarına inanıyor da.

For English: http://todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_337688_the-biggest-media-mogul-of-turkey.html
 

İslamî olana karşı siyasal İslamcılık

Artık iyice ortaya çıktı ki Türkiye’de insanların, toplumsal kesimlerin ve siyasî oluşumların İslam’la olan ilişkilerini anlamadan, Türk siyasetinin bugününü ve gelecekte nasıl şekil alacağını derli toplu anlayamayacağız. Öyleyse İslam ile siyaset/toplum/devlet ilişkisi konusunda son dönemde öne çıkan iki farklı anlayışın ayırt edici özelliklerinin altını çizmenin vakti geldi.
Türkiye’de genel anlamda İslam dinini referans alan iki ana akım olduğunu söyleyebiliriz. İlk olarak tamamıyla Anadolu toprakları üzerinde neşet etmiş, Osmanlı’nın mirası olan çok kültürlülük, kuşatıcılık ve farklılıklar arasında hoşgörü anlayışından  beslenmiş, dahası yüzlerce yıllık tarihin filtresinden süzülerek iyice özümsenmiş bir ılımlılığı esas almış, devlet ve benzeri topluma tahakküm unsurlarını değil sivil toplumu, bireyi ve evrensel ortak iyiliği esas almış yerli bir İslam anlayışının bugünkü temsilcilerinden bahsedebiliriz. Genel bir ifadeyle “İslamî (Islamic)” diyebileceğimiz bu toplumsal, sosyolojik dinamiklerin sufizmi de içerecek şekilde cemaatler, tarikatlar ve sivil toplum hareketleri şeklinde var olduklarının altını çizebiliriz.
İkinci kategoriyi ise, Batılı devletler tarafından işgal edilerek sömürgeleştirilen Hindistan, Pakistan, Mısır, Kuzey Afrika gibi İslam coğrafyalarında Batı’ya reaksiyon olarak ortaya çıkmış siyasal İslamcı hareketlerden beslenen Türkiye’deki İslamcı hareketler oluşturmaktadır. İdeolojik/entelektüel beslenme kaynakları ithal/tercüme olan ve genel bir ifadeyle “İslamcı (Islamist)” diyebileceğimiz bu hareketlerin kendilerini sosyal ve sivil birer hareket olarak değil, idealize ettikleri siyasal hedeflerle tanımladıkları görülmektedir. Siyasal İslamcı hareketler, sivil alanda birey ve toplumu hedef almaktan ziyade doğrudan devleti ele geçirmeyi hedeflemektedirler. Bu sayede devletin baskıcı gücünü kullanarak inandıkları değerleri tepeden inmeci bir şekilde topluma empoze etme arayışındadırlar. Siyasal İslamcılar için kendi anlayışları dışında bir anlayışın hakim olduğu bir devlet dünyada karşılaşılabilecek en büyük felaket, yok edilmesi gereken bir deccal ya da tağut iken, aynı zamanda aynı devlet, erişmek ve ele geçirmek istedikleri ve ele geçirdikten sonra da büyük kutsallık atfedecekleri en büyük idealleridir de.
Şu an Türkiye’de en geniş tabanlı temsilciliğini Hizmet Hareketi’nin yaptığı sivil, hoşgörülü ve kuşatıcı İslamî anlayışla, geleneksel olarak Milli Görüş’te karşılığını ve sosyo-politik görünürlüğünü bulan siyasal İslamcı anlayış, tarihleri boyunca hep birbirleriyle çakışmayan paralel rotalarda yol almışlardır. Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi, Saadet Partisi, Has Parti ve son dönemde kısmen AKP bu siyasal İslamcı geleneği temsil eden siyasal oluşumlar olarak ortaya çıkmıştır. Yasal ve meşru zemin dışında siyasal İslamcı anlayışın şiddete eğilimli, devrimci, illegal, marjinal yapılanmaları da olmuştur. İBDA-C, Hizbullah ve benzeri radikal İslamcı örgütler yer yer teröre varan bu tarzın örneklerindendir. Siyasal İslamcı anlayışın tam tersine geleneksel ılımlı İslamî anlayışın en belirleyici özelliğini devrimcilikten, radikallikten, marjinallikten ve şiddetten hep uzak durması oluşturmuştur.
Bir ideoloji olarak ortaya çıkan siyasal İslamcılığın entelektüel beslenme kaynaklarının daha ziyade Türkiye dışındaki İslamcı hareketlerin önde gelenlerinin eserlerinin tercümesiyle oluşturulduğu görülmektedir. Elbette ki zaman içerisinde kendi özgün ve yerli fikrî kaynaklarını da oluşturmaya başlamış ya da geleneksel İslamî düşünürlerin bazı eserlerinden etkilenmişlerdir. Ancak siyasal İslamcı hareketler en çok Pakistan’da radikal fikir ve eylemleriyle tanınan Cemaat-i İslamiyye’nin kurucularından Seyyid Ebu’l-A’lâ el-Mevdudî’den ya da Mısır’da kurulan İhvan-ı Müslimîn’in fikir önderlerinden Hasan el-Benna ve daha çok da Seyit Kutub’un eserlerinden etkilenmişlerdir.
Anadolu dışından taşınan bu siyasal İslamcı kaynaklara daha sonraları İran’ın devrimci kitapları da eklenmiş ve bu eklenme siyasal İslamcı hareketi daha devrimci ve radikal olma yönünde olumsuz etkilemiştir. Ali Şeriati, Ruhullah Musavi Humeyni, Hüseyin Ali Muntazeri ve benzeri İranlı fikir ve devrimci din adamlarının eserleri, 1979 İran Devrimi sonrasında Türkiye’deki siyasal İslamcı akımlar üzerinde büyük tesir icra etmiştir. Hatta bazı siyasal İslamcı hareketler tarafından İran Devrimi bir rol model olarak örnek alınmıştır.
Mevdudi, Kutub ve daha sonra devrimci İran mollalarının tercüme eserlerinin radikalleştirici etkisinin pan-zehiri ise, ne enteresandır ki Bediüzzaman Said-i Nursi, Süleyman Hilmi Tunahan, Abdülhakîm Arvasi, Hüseyin Hilmi Işık, Mehmed Zahid Kotku gibi Anadolu’da neşet etmiş ve Mevlânâ, Yunus Emre geleneğini devam ettirmiş olan din alimlerinin ve fikir adamlarının fikirlerinden ve geleneksel tarikat ve sufizm ekollerinden beslenen sivil İslamî oluşumlar olmuştur. 1970’lerden itibaren ise fikren Anadolu dışından beslenen siyasal İslamcı hareketlere karşı geleneksel ve yerli İslamî yaklaşımın güçlü bir unsuru olarak Fethullah Gülen Hocaefendi’nin öncülük ettiği, bugün adına Hizmet Hareketi dediğimiz, sosyal hareket görünürlük kazanmıştır.
Hizmet Hareketi, tıpkı geleneğini devam ettirdiği Bediüzzaman Said Nursi’nin yaptığı gibi radikal İslamcı hareketler kadar, siyasal İslamcı hareketlere de hep mesafeli durmuştur. Bu mesafeyi hasmane ve rekabetçi bir tutumdan ziyade, sadece uzak durma şeklinde tanımlamak doğru olacaktır. Bu anlamda Hizmet Hareketi, sosyal açıdan görünürlük kazandığı ilk günden itibaren, siyasal İslamcılığın Türkiye’deki temsilcisi durumundaki İslamcı-siyasî oluşumlara hep şüpheyle yaklaşmıştır. Mesela, siyasal İslamcılığın çatı yapısı niteliğindeki Necmettin Erbakan’ın sürekli kapatıldıkları için farklı isimlerle yeniden kurulan hiçbir partisine destek vermemiştir. Bunun yerine Gülen’in takipçileri, özgür iradeleriyle kendilerine uygun ve yakın buldukları merkez partilere oy ve destek vermeyi tercih etmişlerdir. Üstelik bu tercih hiçbir zaman partizanlık düzeyinde olmamıştır. Bu destekler daha ziyade demokratikleşme, sivilleşme, şeffaflık, hesap verebilirlik, temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesi ve istikrar vaat etme konusunda daha öne çıkan ve inandırıcı bulunan siyasal partilere politika bazlı verilen destekler niteliğinde olmuştur.
Siyasal İslamcılık ile hoşgörülü sivil İslamî anlayıştaki Hizmet Hareketi, kendi paralel rotalarında yol alırken yollarının 2000’li yılların başında, tarihlerinde ilk kez olmak üzere kesiştiğini görmekteyiz. Daha doğrusu Hizmet Hareketi o güne kadar olageldiği şekilde kendi rotasında devam ederken, siyasal İslamcı gelenekten gelmekle birlikte bu mirası reddettiğini, köklü şekilde değiştiğini ve hatta “Milli Görüş gömleğini çıkardığını” söyleyen AKP, merkeze ve doğal olarak Hizmet Hareketi’nin izlediği rotaya yaklaşmıştır. Hatta süreç içerisinde yer yer bu iki hareket arasında örtüşmeler bile olmuştur.
Sivil İslamî çizgisini aynen sürdüren Hizmet Hareketi, eski Milli Görüşçüler tarafından kurulduğu halde siyasal İslamcılıktan vazgeçtiği izlenimi veren AKP’nin büyük ihtiyaç duyduğu medya desteğinin yanı sıra sivil, akademik ve bürokratik insan sermayesini bu yeni yapılanmanın istifadesine sunmuştur. AKP’nin Hizmet Hareketi’nin rotasıyla buluşmasının oluşturduğu sinerjiyle Türkiye, AB üyelik süreci manivelasını da kullanarak, tarihi boyunca görmediği önemde büyük reform ve demokratikleşme hamleleri gerçekleştirmiş ve militarist vesayetçi yapıları geriletmeyi başarmıştır. Ancak bu süreç boyunca Hizmet Hareketi hiçbir zaman AKP partizanı olmamıştır. Sadece inandığı değerler ve demokratik ilkelerle örtüştüğü oranda AKP’nin reformlarına ve demokratikleştirici politikalarına destek vermekten çekinmemiştir.
Zaten ne olduysa AKP’nin ilk yola çıktığında hayal bile etmediği büyük bir başarıya ulaşmasıyla olmuştur. Önce 12 Eylül 2010 anayasa referandumu ile vesayetçi yapıların sökülüp atılması, arkasından yeni anayasa yapma vaadiyle gidilen 12 Haziran 2011 genel seçimlerinde yüzde 50 gibi muazzam oy alması AKP’nin üst kadrolarını ve lideri etrafına kümelenen bir oligarşik zümreyi farklı bir beklentiye yöneltmiştir. Neticede, artık önlerinde dengeleyici ve frenleyici gücünü hesap etmek zorunda olacakları hiçbir dinamik kalmamıştı. Öyleyse yeniden kendi asıllarına ve kökenlerine neden dönmesinlerdi? Kökenleri itibarıyla yola çıktıkları siyasal İslamcılığın gereğini neden yapmasınlardı? Ele geçirdikleri devletin karşı konulamaz gücü ve imkânlarıyla inandıkları doğrular ve değerler çerçevesinde kapsamlı bir toplum mühendisliğine neden soyunmasınlardı?
2011’deki büyük seçim zaferinden hemen sonra öyle de yapmaya başladılar. Fikrî kökeni dışarıdan olan siyasal İslamcılık ne vaz’ediyorsa hepsini gerçekleştirmeye koyuldular. Öncelikle bu toplumu kafalarındaki ideal topluma dönüştüreceklerdi. Sonra da buradaki dayatmacı siyasal İslamcılık projesinin başarılarının verdiği güçle İslam dünyasının lideri olacaklardı. Hesapları buydu ve bunun için daha fazla demokrasiye, daha nitelikli bir hukuka ya da standartları yükseltilmiş hak ve özgürlüklere değil, sadece ve sadece daha fazla güce ve iktidara ihtiyaç vardı. Bu yüzden de AKP’nin ilk iki dönemindekinden çok farklı ve hatta tamamen o dönemdekilere ters politikalar izlenmeye başlandı. Topluma umut veren demokratikleşme ve reform süreçleri büyük ölçüde durduruldu. Bununla da yetinilmedi HSYK, Sayıştay ve diğer yüksek yargı alanlarında hızla geri adımlar atılmaya başlandı. Aynı şekilde basın, ifade ve toplanma özgürlükleri tırpanlanmaya, illegal fişlemelerle kendi anlayışlarına tehdit gördükleri her unsuru medyadan ve bürokrasiden tasfiyeye giriştiler.
Böylece sivil İslamî yaklaşımın en güçlü temsilcisi Hizmet Hareketi ile, geldiği siyasal İslamcı geleneğe ani bir geri dönüş yapan AKP’nin yolları yeniden ayrıldı. Aslında, siyasal İslamcı kökten gelmekle birlikte değiştiğini söyleyerek kendisine paralel bir rotada seyreden Hizmet Hareketi’ne yaklaşan AKP, yeniden siyasal İslamcılığa dönerek bu rotadan kendisi uzaklaştı. Kendi aslî yörüngesine hızla geri döndü. Hizmet Hareketi ise bugün, tıpkı eskiden beri olduğu gibi, hep inandığı ve savunageldiği hoşgörülü, kuşatıcı, özgürlükçü sivil İslamî anlayışa ve demokratik değerlere sımsıkı bağlı kalarak yoluna devam etme çabasında.
Evrensel demokratik değerler dünyasında karşılığı da olan Hizmet Hareketi’nin bu ahlakî ve değer merkezli bağımsız duruşunu büyük bir tehdit olarak gören AKP ise, hiçbir ilke ve değer tanımaksızın çılgınca ve hoyratça bir yıkıma girişmiş bulunuyor. Hukuk, demokrasi ve etik değerler açısından örneği görülmedik bu yıkımı, tüm dünyayla birlikte biz de, büyük bir şaşkınlık içerisinde izlemeye devam ediyoruz.



21 Ocak 2014 Salı

Başbakan Erdoğan’a zor sorular


Başbakan Erdoğan 5 yıllık aradan sonra ilk kez Avrupa Birliği üyelik müzakereleri gündemiyle Brüksel’de bulunuyor. Türkiye ile AB arasındaki ilişkilere yeniden ivme kazandırma amacıyla çok önceden planlanan bu ziyaret yolsuzluk ve rüşvet iddiaları ile başlayan operasyonlar ve yargıdaki anti-demokratik düzenlemelerin gölgesi altında gerçekleşiyor. Oysa vize muafiyeti sürecinin başlaması ve 22. faslın müzakerelere açılması ile hareketlenmeye başlayan Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir sayfanın açılması umuluyordu.
Hiç şüpheniz olmasın ki, Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerinin geleceğin konusunda,  son zamanlarda Avrupa’da temel hak ve özgürlüklere bağlılığı, demokrasiye inancı, hukuka saygısı ve AB perspektifine sadakati hakkında kendisiyle ilgili derin şüpheler oluşan Başbakan Erdoğan’ın Avrupalı muhataplarının sorularına vereceği cevapların ikna ediciliği belirleyici olacaktır.
Ben de bu yazıda Türkiye-AB ilişkilerinin geldiği noktaya dair karamsar bir analiz yapmak yerine Avrupalı dostların da mutlaka Başbakan Erdoğan’ın ağzından cevabını duymalarını isteyebilecekleri bazı sorulara yer vereceğim. Başbakan Erdoğan’ın Brüksel’deki muhataplarının yerinde olsam şu soruları birbiri peşi sıra dile getirir, öfkelenmeden, kızmadan, tehdit ve hakaret etmeden kendisinden bu sorulara makul ve tutarlı cevaplar vermesini beklerdim. Mesela şunları sorardım:
Suriye’deki zulüm ve katliamdan kaçan yüzbinlerce mülteciye kapılarınızı açmanız ve elinizden geldiğince yardım etmeniz takdire şayan. Ancak, uluslararası ambargo altındaki İran’ın yarı-legal parasını aklama ve transfer etme suretiyle bu rejime “can suyu olmanız” yoluyla İran’ın Suriyeli muhaliflere yönelik katliamına verdiği desteğe yardımcı olduğunuzu düşünüyor musunuz? Öte yandan, Suriyeli muhaliflere her türlü desteği sağlama çabanız da takdire şayan. Ancak yaptığınız bu her türden yardımın doğru ellerde, meşru amaçlarla kullanıldığından ne kadar eminsiniz?
AB ile tam üyelik müzakereleri yürüten bir ülkenin başbakanı olarak, yürütmenin bir unsuru olarak polisin yargı süreçlerinde doğal amiri durumundaki savcıların ve mahkemelerin talimatlarını yerine getirmeyi reddetmesini demokratik rejimlerin olmazsa olmazı hukuk devleti olma ve hukukun üstünlüğü prensibiyle nasıl bağdaştırıyorsunuz?
Yürütmenin başı olarak verdiğiniz hukuk dışı talimatlarınıza uymak yerine, hukukun kendilerine verdiği görevleri yerine getiren polis amirleri ve memurlarını hiçbir gerekçe göstermeden keyfi bir şekilde görevden almayı nasıl açıklıyorsunuz?
Savcılık tarafından rüşvet suçundan hakkında Meclis başkanlığına fezleke gönderilen eski İçişleri Bakanı Muammer Güler’in, yolsuzluk skandalının patlak vermesinden sonra görevde kaldığı 8 gün içerisinde oğlu Barış Güler ve kendisi hakkındaki delilleri toplayan bütün polis amirlerini ve polis memurlarını görevden almasının hukuka uygun olup olmadığı konusunda neler söylemek istersiniz?
Bağımsız mahkeme ve savcıların, yani yargının, talimatını yerine getirmeyi reddeden İstanbul Emniyet Müdürü hakkında HSYK Başkanı sıfatıyla Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın soruşturma izni vermemesini, tam tersine yolsuzluk operasyonu yapan savcılar hakkında soruşturma açılması talimatı vermesini hukuk ve demokrasi çerçevesinde nasıl yorumlarsınız?
Yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasının başladığı 17 Aralık 2013’ten bu yana, sürekli olarak bu operasyonların bir “paralel yapı”, “devlet içinde otonom yapı”, “çete”, “suç örgütü”, “Haşaşiler” gibi sıfatlarla itham ettiğiniz kişilerce yapıldığı iddiasında bulunuyorsunuz. Bu itham ve suçlamalar havalarda uçuşuyorken onlarca savcıyı, yüzlerce emniyet amirini, binlerce polis memurunu ve gene yüzlerce kamu görevlisini görevden alıyorsunuz. Bu görevden almaları hangi delillere dayanarak ve hangi hukuki gerekçeleri kullanarak yapıyorsunuz?
Yaptıkları yolsuzluklara ve aldıkları rüşvetlere dair ortaya çıkan somut delillere rağmen soruşturmada adı geçen şüphelilerin bile masum olabileceğine işaret eden “masuniyet karinesi”ne haklı olarak vurgu yapıyorsunuz. Ama öte yandan, sadece hukuktan kaynaklanan görevlerini yapmakta olan kamu görevlilerini, sert ve haşin üslubunuzla sürekli dillendirdiğiniz bu kadar vahim itham ve yakıştırmalar eşliğinde görevden almanız hiçbir suçu olmayan bu kişilerin hakkını ihlal anlamına gelmiyor mu?
Sanıklar için gözetilen “masuniyet karinesi” ilkesini sıra tek suçları görevlerini yapmak olan kamu görevlilerine gelince neden görmezden geliyorsunuz? Temelsiz zan, en onur kırıcı itham ve iftiralarınızın eşliğinde görevden aldığınız kamu görevlilerini hiçbir delile dayanmaksızın “paralel yapı” veya “çete”nin elemanları olmakla suçlamış ve yargısız bir infazda bulunmuş olmuyor musunuz? Gerçekten bu temelsiz suçlamaları ve görevden almaları hangi yargı kararına dayandırıyorsunuz? Anayasa’sında demokratik bir hukuk devleti olduğu yazan bir ülkenin başbakanı olarak yargı mensuplarını “militanlıkla suçlamaya dair hukuki dayanağınız nedir?
Kamuda çalışan binlerce kişinin anayasal bir suç olan yasadışı bir şekilde fişlenmesine paralel olarak, yolsuzluk soruşturmasını yürüten savcıların yurtdışı çıkış kayıtları, otel konaklamaları gibi tamamen kişisel ve özel sayılabilecek verilerini meydanlarda açıklıyorsunuz. Haklarında yasal bir soruşturma olmayan bu kişilere dair verileri nereden biliyorsunuz veya kimden alıyorsunuz? Kişisel bilgilerin açıklanmasının hem Türk Ceza Kanunu’nun ilgili maddelerine, hem de Türkiye’nin tarafı olduğu uluslararası hukuk metinlerine göre suç olduğunu bildiğiniz halde, hukuku ve insanların mahremiyetlerinin korunmasına dair haklarını neden bu kadar açık ve keyfi bir şekilde ihlal ediyorsunuz?
Yapılan ihbarlar üzerine, Suriye’ye yasadışı bir şekilde silah taşıdığı söylenen tırları durdurarak görevi gereği bu tırlarda arama yapmak isteyen savcıların, MİT nezaretinde “insani yardım” taşınıyor argümanıyla ve “devlet sırrı” gerekçesiyle görevlerini yapmalarını tüm kamuoyunun gözleri önünde engellediniz. Şayet söylendiği gibi bu tırlar insani yardım taşıyorlar ise aranmalarına neden engel oldunuz? Bununla da yetinmeyip arama yapmak isteyen savcıyı neden görevden aldınız? Operasyonda yer alan emniyet amirlerini neden tasfiye ettiniz?
Bir süre önce Van’da ilgili savcılık tarafından el-Kaide terör örgütüne yönelik bir operasyon gerçekleştirildi. Bu başarılı operasyonda el-Kaide’nin Türkiye sorumlusu ve Ortadoğu’daki 2 numaralı adamı da ele geçirildi. Sayın Başbakan hükümetiniz el-Kaide terör örgütüne yönelik bu başarılı operasyondan neden rahatsız oldu? Eğer “rahatsız olunmadı” diyorsanız bu başarılı operasyonda görev alan tüm polis amir ve memurları neden sürgün edildi?
En sıradan bir hukuk devleti olmanın bile gereği olan savcıların soruşturmasını kolaylaştırma zorunluluğunu hiçe saymakla kalmayıp, yürütme erki olarak yolsuzluk ve rüşvet iddialarını hukuk çerçevesinde soruşturan adli makamlara her türlü kolaylığı sağlamak yerine, soruşturmayı yürüten savcıların, polis amirlerinin ve memurlarının görev yerlerini neden keyfi bir şekilde sürekli değiştirme ihtiyacı duyuyorsunuz? Kamuoyundan saklanan nelerin ortaya çıkmasından bu kadar endişe ediyorsunuz? Bu endişelerinizi demokrasilerin şeffaflık, denetim ve hesap verebilirlik ilkeleriyle nasıl bağdaştırıyorsunuz?
            Soruşturmayı yöneten savcılarla yetinmeyip İstanbul Adliyesi’nde görev yapan tüm başsavcı vekillerinin görev yerini değiştirmek suretiyle, benzer yolsuzluk, usulsüzlük ve rüşvet dosyaların önüne gelme ihtimali bulunan diğer tüm savcılara da bir nevi gözdağı mı vermek istiyorsunuz?
            Son dönemde kullandığınız argümanlar, farklı grupları sürekli düşmanlaştırarak ötekileştiren hırçın ve sert retoriğiniz, daha önemlisi de icraatlarınız göz önüne alındığında, hak ve özgürlükleri, işleyen demokrasinin kurumlarını, kurallarını ve ilkelerini, hukukun üstünlüğünü esas alan Avrupa Birliği değerleriyle aranızdaki mesafenin çok hızlı bir şekilde açıldığı görülüyor. Sayın Başbakan, Türkiye’nin yönünün hala Batı ve AB üyeliği yönünde olduğunu açık yüreklilikle ve samimiyetle söyleyebilir misiniz? Şayet öyleyse neden tüm söylem ve eylemlerinizde bu tercihin özgürlükçü ve hukuka saygılı doğal tezahürleri yerine sürekli olarak tam tersini, yani keyfiliği, hak ve hukuk tanımazlığı ve baskıcı otoriterliği görüyoruz?
            Bir demokrat için cevabı zor, tam tersine otoriterleşme eğilimindeki bir lider için ise cevabı son derece kolay bu tarz soruları çoğaltmak elbette mümkün. Zaten daha basın ve ifade özgürlüğü konusuna, oldu-bitti yasalarına, kamu kaynaklarının keyfi kullanımına, Şangay İşbirliği Teşkilatı’na üye olma iştihasına ve benzeri konulardaki pek çok soruya sıra gelmedi bile. Neyse ki önemli olan sorular değil. Önemli olan bu sorulara verilecek cevaplardır. Verilen cevapların da gerçek hayattaki ve sahadaki gelişmelerle ne kadar uyum ve tutarlılık içerisinde olduğudur.