31 Aralık 2013 Salı

Peki ya “paralel hukuk”a ne dersiniz!


2013 büyük hercümerçlerin yaşandığı, açılan çok tartışmalı dosyaların kapanmayıp 2014 yılına devredildiği bir yıl oldu. “Türkiye’nin bölgesel liderliği” konusunda büyük heveslerle başlayan yıl, ülkenin kendi kısır iç tartışmalarına paralel olarak şeffaflık, demokrasi, temel hak ve özgürlükler konusunda görülmedik derinlikteki endişelerle kapandı. Başbakan Erdoğan’ın gemlenemeyen güçlü ve otoriter “tek adam”lık özlemi dolayısıyla Türk-tipi başkanlık sistemi arayışlarıyla girilen 2013 yılı, Erdoğan’ın mevcut yetkileriyle de olsa cumhurbaşkanlığı için yarışabilmesinin bile tartışmalı hale geldiği bir Türkiye’yi yeni yıla bıraktı.
Kısaca özetlemek gerekirse, içeride otoriter eğilimlerin yükseldiği oranda bölgesel liderlik hedeflerinin tuzla buz olması, terör örgütü PKK ile müzakerelerle yürütülen çözüm süreci, hükümetin tercih ettiği müdahale şekliyle Türkiye’nin imajını yerle bir eden Gezi Parkı olayları, özel dershanelerin kapatılması tartışması ve son olarak yolsuzluk/rüşvet tartışmalarıyla koca bir yılı geride bıraktık. 2013’ün son günlerine damgasını vuran ve şimdilik adı iddialara karışan üç bakanın istifasına yol açan yolsuzluk ve rüşvet skandalların eşliğinde “paralel devlet”, “devlet içerisinde otonom yapı”, “polis çetesi” ve “yargı çetesi” gibi delilsiz iddia ve suçlamalar ise başta başbakan olmak üzere hükümet çevreleri tarafından havalarda uçuşturuldu.
Peki bu iddialar ne kadar doğruydu? Delilleri neydi? Madem bu türden bir paralel yapılanma, otonom yapı ve çeteleşme vardı da 11 yıldır iktidarda olan AKP hükümeti uyuyor muydu? Yoksa bu iddialar mensupları ya da yakınları yolsuzluk ve rüşvet skandallarıyla suçüstü yakalanan bir iktidarın tek suçları görevlerini yapmak olan masum insanları itham ederek ortalığı karıştırma ve asıl rezaletin üstünü örtme çabaları mıydı? Bunlara dair tartışmalar sona ermedi ve belli ki 2014 yılında da devam edecek. Ama ben bu yazıda asıl başka bir “paralel” olgudan bahsetmeyi düşünüyorum. Tüm belirtileriyle açık seçik ortaya çıkan bir “paralel hukuk”un bu ülkede nasıl kendisine yer bulabildiğini anlatmaya çalışacağım.
Tüm vatandaşlar için geçerli olan hukuk kurallarınca suç kabul edilen temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, mahremiyetin ihlali, özel yaşama müdahale, çoğunluğun yararı için bile olsa azınlık gruplarının ezilmesi ya da yok edilmesi gibi eylemler; yine en ilkel hukuk sistemlerinde bile suç kabul edilen rüşvet, haraç ya da yolsuzlukların bu “paralel hukuk” sayesinde bazı iktidar çevrelerince meşrulaştırılması gibi garip bir durumla karşı karşıyayız.
Peki sözünü ettiğimiz bu “paralel hukuk” nasıl tesis ediliyor ve nasıl uygulanıyor? Eminim ki pek çok kişinin canını sıkacak yazımızın konusu da bu zaten.
Bunu anlayabilmek için Türkiye’de İslam hukuku (fıkıh) konusunda otorite kabul edilerek toplum ve iktidar çevrelerinde kendisine büyük saygı duyulan ilahiyat profesörü Hayrettin Karaman’ın yazılarına şöyle bir bakmak yeterli. Karaman Hoca’nın sadece Yeni Şafak’taki yazıları bile, demokratik hukuk devletlerine pek yakışmayan son dönemdeki bazı tartışmaların kaynağını gösterir niteliktedir.
Karaman Hoca’nın hükümet ve başbakan üzerindeki etkisinin ise, saygı düzeyini çoktan aşarak, iktidarın yaklaşımlarını ve icraatlarını etkileyebildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Karaman Hoca da zaten bunu dolaylı şekilde ikrar ediyor: “Benden hükümet fetva filan almıyor, Türkiye fetvaya göre yönetilen bir ‘İslam cumhuriyeti’ değil, laik demokratik anayasa ve kanunlara göre yönetilen bir ülke… İhtisas alanım ‘Fıkıh’ olduğu için fıkıh penceresinden yazdığım yazıları, bana güvenen bir kısım Müslümanlar fetva gibi algılar ve uygularlarsa buna da kimsenin bir itirazı olamaz.” (Yeni Şafak, 29 Kasım 2013.) Soru şu ki, bu bir kısım Müslümanlar arasında Başbakan, bakanlar ve üst düzey bazı bürokratlar da yer alıyor olabilir mi? Tartışmalara yol açan bazı icraatlar öyle olduğuna dair işaretlerle dolu.
Malumunuz demokratik ve özgürlükçü hukuk devletlerinde vatandaşlar başkalarına zarar vermedikleri müddetçe özel hayatlarında sonuna kadar özgürdür. Mahremleri hiç kimse tarafından didiklenemez, denetlenemez ve özel yaşam alanlarına girilemez. Çağdaş hukuk böyle dediği gibi İslam hukuku da özel hayatı koruma altına almıştır. Peki Karaman Hoca’nın yorumunda durum nedir? Kızlı-erkekli öğrenci evleri tartışması sırasında yazdıklarına ve hükümetin yapmaya çalıştıklarına bakmak aydınlatıcı olacaktır. Malumunuz Başbakan Erdoğan yetişkin üniversite öğrencilerinin çok azının tercih ettiği bu barınma şekline savaş açmış ve Türkiye’de haftalarca sürecek bir gündem oluşturmuştu. Başbakan’ın bu müdahaleci tarzının Karaman Hoca tarafından hemen dinen meşrulaştırıldığını görmekteyiz.  
Mesela özel hayatın ve azınlık haklarının korunması konusunda Karaman Hoca demişti ki: “Çoğunluğun istemediği, zararlı, çirkin, gayr-i meşru gördüğü bir davranışı, bir uygulamayı, bir ilişkiyi hükümetler de kanun ve düzenlemelerle koruyamaz… Çoğunluğa göre bu durum ahlaksızlık, rezillik, onursuzluk, ayıp, günah (zina), düşüklük… olarak kabul ediliyorsa durum ne olacak? Ben söyleyeyim: Toplum (apartman, mahalle, çevre…) buna tepki gösterecek, çirkin duruma bir şekilde müdahale edecek, mahalle baskısı yapacaktır. Baskıya maruz kalanlar medyayı ve devlet kurumlarını kullanarak yardım isteyecekler, medya karışacak, devlet kurumları da baskıyı engelleme bakımından gevşek davranacaktır… Peki çare nedir? Bana göre birinci çare, yüzde yüze yakını Müslüman olan bu toplumda ‘İslam’ı temel referans alan bir demokratik düzen’dir. Liberal demokraside ısrar edilecekse hükümetlerin, bu rejime ters düşen devlet davranışlarına teşebbüs etmemesi, ama bireylerin, muhtaç oldukları çoğunluğun hatırı için bazı özgürlüklerini ‘gönüllü olarak’ kullanmamalarıdır. İnadına kullanırlarsa en azından mahalle baskısı, değerleri çiğnenen çoğunluğun hakkı olur.” (Yeni Şafak, 8 Kasım 2013.) Yine tek soru: Karaman Hoca’nın bu tavsiyesini Müslümanların azınlıkta olduğu Avrupa ülkeleri; Myanmar ve benzeri yerler için de yapabilme ihtimali var mıdır?
“Eğer bir evde nikahsız bir çift yaşıyorsa veya kızlı erkekli öğrenciler birlikte kalıyorlarsa yahut da bir evde ülke için tehlikeli olan bazı faaliyetlerin yapıldığı konusunda ciddi şüpheler varsa İslam’a göre devlet bu evi denetler, basar, gayr-i meşru olan fiilleri engeller, failleri cezalandırır. (Yeni Şafak, 10 Kasım 2013)
Çoğunlukçu demokrasi hakkında Karaman Hoca demişti ki: …Çok partili demokrasilerde iktidara gelmenin tek aracı sandıktır, oydur. Büyük çoğunluğun istemediği bir şeyi yapan iktidarların bir sonraki seçimde oy, hatta iktidarı kaybetme ihtimali kesine yakındır. Bu sebeple de hükümetler (devlet) mesela kürtajı serbest bırakma, eşcinsellerin evlenmesini meşrulaştırma gibi adımları atmayı istemez. …Ha, ‘bu böyle olmasın, bireysel hak ve özgürlükler çoğunluğa rağmen verilsin ve korunsun, çoğunluk azınlığa ve bireye ahlak dayatmasın...’ diyenler olabilir, onları da kimsenin engellediği yok, herkes diyeceğini diyor, ben de diyeceğimi diyorum.” (Yeni Şafak, 15 Kasım 2013) Ama Karaman Hoca’nın dedikleri bir şekilde hükümet icraatına dönüşüyor.
“Hürriyete dayanarak çoğunluğun dini ve ahlaki değerlerini hiçe sayan, bunlara saygı göstermeyen, alenen çiğneyen kimseler yaptıklarının sonucuna da katlanmak durumunda kalırlar… İşte bunlar olmasın diye -sınırlama mevzuatta bulunsun bulunmasın- sosyal hayat hürriyete sınır getirir, hür kimseler kendi iradeleriyle hürriyetlerini sonuna kadar kullanmazlar.” (Yeni Şafak, 20 Aralık 2013)
Hizmet Hareketi’nin düşmanlaştırılarak hedefe konma tartışmalarının yoğunlaştığı günlerde ise Karaman Hoca demiştir ki: “Mecellemizin 26. Maddesi şöyle der: ‘Zarar-ı âmmı def'içün zarar-ı hâss ihtiyor olunur’. Gençler de anlasın diye günün diline çevirelim: Kamuya (ve bu arada ümmete) ait zararı önlemek için bir şahıs, bölge veya gruba ait zarar göze alınır, sineye çekilir.” (Yeni Şafak, 19 Aralık 2013.) Bu bir “gönül rahatlığı içerisinde yok edebilirsiniz” demek değil de nedir?
Halk Bank Genel Müdürü’nün İHL ve üniversite için bağış olduğunu iddia ettiği evinde ayakkabı kutuları içerisinde bulunan 4,5 milyon dolara dair tartışmalar sürerken Karaman Hoca şunları yazmıştır: “Şimdi Müslümanların daha hür, daha rahat oldukları bir zamanda hayır kurumlarına ve din hizmetine ait yapılara yapılan yardımların mesele yapılması, bunlara ayrılmış olduğunu ilgililerin onayladıkları ve tanıklık ettikleri meblağlara, ‘mal bulmuş mağribî gibi’ el koymaları, verenleri ve aracılık edenleri sahtekarlık ve hırsızlıkla suçlamaları düşündürücüdür. Toplamada, bir yerde korumada, aktarmada, kayıtta usulsüzlükler olabilir, kimse ‘bunlar oluversin’ demez, ama usul hatası başkadır, hayır ve hizmet sahiplerini bin pişman hale getirecek kötü muamele başkadır.” (Yeni Şafak, 29 Aralık 2013.) Böylece ne olmuş oluyor, evinde 4,5 milyon dolar bulunan kamu bankası müdürü “tertemiz bir hayırsever” olmuş oluyor.
Dolaylı rüşvet sayılabilecek uygulamalar hakkında yine Karaman Hoca demişti ki: “Bana o değil ama birçok kişi, ‘Devletten veya belediyelerden haklı ve meşru olarak ihale alıp istifade ve kâr eden kimseleri, yardımda bulunsunlar diye hayır kurumlarına yönlendirsek bunda bir sakınca var mıdır?’ diye sordular. Buna verdiğim cevap şudur: Hayır işlesin diye teşvik ve sevk ettiğiniz kimseler Müslüman iseler ve siz istemeseniz bu yardımı yapmayacak idiyseler ve/veya bir daha iş ve ihale alamam diye bu yardımı yaparlarsa bundan ecir (sevap) alamazlar. Ama kayıtlı ve şeffaf olmaları şartıyla hayır kurumları bundan istifade edebilirler; çünkü onların bir zorlamaları ve baskıları söz konusu değildir, verenin de baskı altında verdiği bilgisine sahip değillerdir. Bir yerlere yardım edecek diye bir kimseye ‘layık, ehil, en iyisi, en hesaplısı, kamu için en yararlısı olmadığı halde’ ihale verilirse yapılan ihanet olur ve elbette caiz olmaz.” (Yeni Şafak, 27 Aralık 2013.) Belli ki bu fetva yaygın şekilde ve iyice yanlış yorumlanarak uygulanıyor. Oysa Karaman Hoca rahatlıkla kamu ihaleleriyle, iş adamlarının hayır işlerini bu ihalenin verilmesinde yetki sahiplerinin yönlendirmesinden tamamen ayırabilirdi.
Yolsuzluk ve rüşvet skandalının ortaya çıkması sonrasında muhalifleri nasıl gördüğüne dair Karaman Hoca’nın yazısından: “Gezi kalkışmasını ve benzerlerini tezgahlayan yapılar da millet-devlet düşmanlarıdır. Devletini ve milletini sevenlerin bunlara destek vermesi düşünülemez. Şimdi de derin yapıların bütün silahlarını üzerine çevirdikleri bir Erdoğanımız var; duam onu ve namuslu çevresini Allah’ın koruması, tavsiyem ise milletini, mukaddesatını seven herkesin bu korumaya vasıta ve yardımcı olmasıdır.” (Yeni Şafak, 22 Aralık 2013.)
Bu ülkede görünürde elbette anayasa, ceza hukuku, temel hak ve özgürlükleri esas alan evrensel hukuk ilkeleri var. Ama sanki bir de böyle pek görülmeyen ama herkesin hayatını etkileyen bir “paralel hukuk” var.
Mutlu yıllar…


29 Aralık 2013 Pazar

Alın size dört başı mamur bir uluslararası komplo teorisi

17 Aralık’tan bu yana Türkiye dört bakanın,  üç eski bakanın oğlunun, kamu bankası Halk Bank’ın Genel Müdürü’nün, İranlı işadamı Reza Zarrab’ın, bazı Türk işadamlarının ve daha birçok kişinin adının karıştığı rüşvet, kara para aklama ve yolsuzluk iddialarıyla çalkalanıyor.
Bu ilk dalga yolsuzluk operasyonu sonrasında da, yargıya ve polise müdahale edilerek engellenen 2. dalga yolsuzluk operasyonları sonrasında da hükümet, iddia edilen hırsızlıkların ve yolsuzlukların üzerini örtmek için olup-biteni bir “uluslararası komplo” olarak sunmaya çabaladı. Hükümet çevrelerinin dört elle sarıldığı bu komplo teorisine göre ekonomik ve siyasal açıdan büyüyerek yükselen Türkiye’nin önünü kesmek isteyen uluslararası güçler bir finansal darbe hazırlamışlardı. Bu dış güçler, bazı “yerli işbirlikçileri”ni de kullanarak en büyük kamu bankalarından biri olan Halk Bank’ı da işin içine katmış ve Türkiye’ye büyük bir darbe vurarak güçlenmesini engellemek istemişlerdi.
Bu komplo teorisine göre Halk Bank önemliydi, çünkü Türkiye’nin yükselen ekonomisinin finansmanını sağlayan belli başlı bankalardan biriydi. Ve bu banka, izlediği nükleer silah programından dolayı uluslararası yaptırımlar altında inleyerek can çekişen İran ekonomisine ve İran devletine adeta hayat veren bir nefes borusu haline gelmişti. Ambargo ve yaptırımlarla uluslararası siyasal sistemden olduğu gibi uluslararası finans sisteminden de dışlanan İran uluslararası para transferinde de büyük zorluklarla karşılaşmıştı. İşte bu noktada bazı uzmanların dikkat çektiği gibi Halk Bank, İran’ın adeta merkez bankası gibi bir vazife görmüştü.
Yaptırımlar altındaki komşumuz İran, zengin doğalgaz ve petrol kaynaklarının satışından elde ettiği gelirin transferinde zora girdiği oranda Türkiye’ye muhtaç hale gelmiştir. Türkiye de hem kendi aldığı enerjinin ödemelerini hem de üçüncü ülkelerden İran’a para ve altın transferlerini kolaylaştıran bir mekanizma oluşturmuştur. Uluslararası para piyasalarında yasal olarak dolaşamayan İran devletinin parası, yarı-legal bir hüviyete bürünerek İran derin devletinin belirlediği özel kişiler üzerinden uluslararası ticarete sokulmuştur. Bu yarı-legal ticaretin son zamanlarda daha ziyade altın ihracatı kılıfıyla yapıldığını da hepimiz biliyoruz.
İran Türkiye üzerinden transfer ettiği finansal kaynakların bir kısmını kendisi için kullanırken, bir kısmını ise muhaliflere karşı verdiği savaşta katliamcı Esed rejiminin finansmanı için kullanmıştır. Yani Türkiye hükümeti, bir taraftan Suriye’de Esed karşıtı ve muhalif yanlısı bir siyaset izliyormuş görüntüsü verirken, aslında Esed’in katliamlarda kullandığı silahların alımında harcadığı paraların İran’a transferine aracılık etmek gibi çelişkili bir duruma düşmüştür. Bu çelişkili durumun inandırıcı bir izaha ihtiyacı vardır.
Öte yandan, 17 Aralık’ta ortaya çıkan yolsuzluk/rüşvet skandalının baş aktörü durumundaki Reza Zarrab, uluslararası finansal yaptırımlar altında olduğu dönemde İran devletinin araçsallaştırıp aktörleştirerek para transferlerinde kullandığı 40’a yakın şahıstan sadece biridir. Zaten Zarrab da basına yansıya ifadelerinde para transferi ve altın ihracatı ile uğraşan pek çok isimden sadece biri olduğunu ifade etmiştir. Derin İran’ın adamı olduğu izlenimi veren Zarrab gibi isimler ise, belli ki kendilerini garanti altına almak ve yarı-legal bu faaliyetlerinin herhangi bir engellemeyle karşılaşmasını önlemek için etkili çevrelere ve isimlere nüfuz etmeye çalışmışlardır. Bu amaçla, artık kim olduklarını herkesin bildiği söz konusu çevreleri son ana kadar tıkır tıkır işleyen bir networkun parçası haline getirmeye çaba harcamışlardır. Bu noktada, yakalandığı zaman henüz 29 yaşında olan Zarrab’ın, yabancı kökenli olmasına ve bu genç yaşına rağmen Başbakanın ve Başbakan yakınlarının ve pek çok bakanın bulunduğu protokollere girme başarısını bir yerlere not etmek gerekir.
Bu arada, tabii şunu da unutmamak gerekir ki, şu ana kadar yolsuzluk operasyonları kapsamında ortaya çıkan isimler ve ilişkiler sadece ve sadece Reza Zarrab’ın, altın ihracatı ve para transferi yaparken oluşturduğu ilişkiler networkundan ibaret. Üstelik Zarrab’ın İran parasını kullanmak suretiyle doğrudan ya da dolaylı rüşvet vererek oluşturduğu tüm ilişkilerinin ortaya çıkanlardan ibaret olup olmadığını ise henüz bilmiyoruz. Daha kötüsü İran’ın bu türden yarı-legal para transferlerinde kullandığı Zarrab gibi muhtemel diğer isimlerin kim olduklarını da, bu isimlerin hükümet ve bürokraside ne tür ilişkilere sahip olduklarını da yine bilmiyoruz.
Gelelim uluslararası komplo kısmına. Malumunuz İran’da 14 Haziran günü cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı. Rejimin müsaade ettiği birkaç adaydan biri olan Hasan Ruhani cumhurbaşkanı seçildi. Ruhani’nin göreve resmen başladığı Ağustos ayından itibaren ise İran, nükleer müzakerelere yeniden başlamak ve uluslararası sisteme geri dönmek için müthiş bir isteklilik sergiledi. “Sempati taarruzu” olarak tanımlanan bu girişimden çok önemli sonuçlar almayı başardı. Yakın zamana kadar uluslararası yaptırımlar altında inleyen İran üzerindeki siyasi, diplomatik, ekonomik, ticari ve finansal baskılar hafifledi. İran’ın Türkiye üzerinden yarı-legal doğrudan ya da dolaylı para transferlerine ihtiyacı neredeyse kalmadı. İran uluslararası sistemle arasını düzelttiği gibi uluslararası finansal sisteme de geri dönüş yapmaya başladı.
İşte bu yüzden diyorum ki, olup-biteni illa uluslararası bir komplo ile açıklamak zorundaysak, bu komplonun arakasındaki dış gücün bir başka ülke ya da ülkeler grubu olmasındansa bu doğu komşumuzun olması ihtimali çok daha güçlüdür. Genel Müdürü’nün aldığı iddia edilen rüşvetlerden dolayı Halk Bank’ın da adının karıştığı yolsuzluk-rüşvet skandalının tam da böyle biz zamanda ortaya çıkmasını açıklayacak akla en yatkın komplo teorileri İran’ı es geçerek asla formülize edilemez.  
Öte yandan, şayet Başbakan’ın ve hükümet çevrelerinin büyük bir iştihayla iddia ettiği gibi bu “komplo”nun arkasında Batılı güçler olmuş olsa idi, herhalde bu komployu İran’ın yeniden uluslararası sistemle barıştığı bir dönemde değil, İran’a en büyük darbeyi vuracakları yaptırımların zirvede olduğu dönemde gerçekleştirmeleri gerekmez miydi? Oysa yaşananlar net olarak şu: Yoğun yaptırımlar altındaki İran, ekonomik açıdan son derece sıkıntılı bir döneminde bazı kişileri araçsallaştırarak finansal ihtiyaçlarını yarı-legal yöntemlerle karşılamakta kullandı. Bugün ise Batı ile yaşadığı nükleer krizde yumuşama sağlanıp, ambargolar/yaptırımlar hafiflemeye başlayınca söz konusu bu maşalarını devre dışı bırakıyor. Bunu yaparken de maşalarından rüşvet alan siyasileri ve bürokratları deşifre ederek bölgesel ve tarihi rakibi olan Türkiye’ye büyük bir darbe indiriyor.
Tabi yaşananları başka türlü okumak da mümkün: İran, Başbakan’ın ifadesiyle “hayırsever” aktörleri aracılığıyla oluşturduğu çıkar networkuna Türkiye’nin en etkili isimlerini de dahil etmek suretiyle yolsuzluk soruşturmalarının derinleşmesini önlemeyi ve kendi aktörlerinin geleceğini güvence altına almayı hesaplamış da olabilir. AKP hükümetinin kendisini temize çıkarma ve bakanlarını kurtarma çabaları sayesinde İran’ın finans ve nüfuz ajanlarının da mecburi olarak kurtarılmak zorunda kalacağı planlanmış olabilir.
Doğrusu İran’ın bu hesap ve planlarının tuttuğunu şimdiden söyleyebiliriz. Neticede hükümet, bütün kamuoyunun ve dünyanın gözleri önünde yolsuzluk-rüşvet soruşturmalarını akamete uğratmak ve yolsuzlukların üzerini örtmek için akıl almaz işlere imza atmak zorunda kalıyor. Yüzlerce polis müdürünü görevden alırken, her düzeyde müdahale ederek yargıyı iş yapamaz hale getirmeye çalışıyor. AKP Hükümeti ile kedinin fareyle oynadığı gibi oynayan İran’ın iyice tuzağına düşen yetkililer, içine düştükleri pislikten, sadece görevini yapan polislere, savcılara ve masum insanlara çaresizlik içerisinde bulaştırmaya çalışarak kurtulmaya çalışıyorlar.
Unutmayalım ki, Türkiye’deki yolsuzluk operasyonlarına paralel olarak İran yönetimi de düne kadar kullandığı Zarrab ve patronu Babek Zencani gibi isimler ve faaliyetleri hakkında kapsamlı bir soruşturma yürütüyor. Cumhurbaşkanı Ruhani’nin yaptırımlardan haksız kazanç sağladığı iddiasıyla soruşturulmasını istediği “imtiyazlı” isimler arasında bu tür isimler de bulunuyor.
Türkiye belli ki Tahran’ın çıkarları açısından çok verimli olan İran’ın çok katmanlı ve sofistike bir uluslararası komplosunun hedefi olmuştur. Allah aşkına şu garabete bakar mısınız? Uluslararası sistemde en sıkışık olduğu dönemde Türkiye’yi kullanarak rahatlayan İran, aynı zamanda Türk hükümetinin düşman olarak gördüğü Esed rejimini Türkiye sayesinde elde ettiği mali kaynaklarla desteklemeyi sürdürebilmiştir. Yani hükümetimiz akıl almaz bir şekilde ve bilerek ya da bilmeyerek, Esed’in katliamlarında kullandığı silah ve bombaların finansmanının en büyük yardımcısı olmuştur.
Üstü örtülmeye çalışılan yolsuzluklara yönelik operasyonlarda illa “uluslararası komplo” arayanlara bu da bizim küçük bir hizmetimiz olsun. Mademki uluslararası komplo teorilerine bayılıyorsunuz, alın size dört başı mamur bir uluslararası komplo teorisi…

22 Aralık 2013 Pazar

Recep Tayyip Erdoğan neyimiz olur?

Diyorlar ki: “Gerekirse Başbakan’a secde bile ederim.” (Bakınız eski ölümüne Erdoğan muhalifi gazeteci-yazar Fatih Altaylı’nın 4 Haziran 2013 tarihli ifadelerine.)
            Diyorlar ki: “Başbakanımız bizim için ikinci peygamberdir.” (Bakınız AKP Aydın İl Başkanı İsmail Hakkı Eser’in 3 Şubat 2010 tarihinde yaptığı konuşmaya.)
Diyorlar ki: “Hazreti Mehdi Recep Tayyip Erdoğan’dır inşallah.” (Bakınız Facebook’ta açılmış bir fan sayfasına.)
Diyorlar ki: “Erdoğan için her gün iki rekat şükür namazı kılınmalı.” (Bakınız şimdi İstanbul Milletvekili olan Of’un AKP’li eski Belediye Başkanı Oktay Saral’ın 6 Şubat 2010 tarihli konuşmasına.)
Diyorlar ki: "Erdoğan’ı halife-i ru-yi zemin olarak tanıyor ve biat ediyorum” (Bakınız Erdoğan yanlısı gazeteci Atılgan Bayar’ın 23 Ağustos 2013 günü saat 17:20’de attığı bir twitter mesajına.)
Diyorlar ki: “Rize, İstanbul ve Siirt mübarektir.” (Bakınız Devlet Bakanı ve Avrupa Birliği Başmüzakerecisi olan Egemen Bağış’ın 10 Şubat 2013 tarihli konuşmasına. --Rize, Erdoğan’ın doğduğu şehir, İstanbul Erdoğan’ın siyaset sahnesine ilk çıktığı şehir, Siirt Erdoğan’ın eşinin doğduğu ve Erdoğan’ın ilk kez milletvekili seçildiği şehirdir.--)
Diyorlar ki: “Sayın Başbakanımıza dokunmak bile inanın bence ibadettir.” (Bakınız AKP Bursa Milletvekili Hüseyin Şahin’in 21 Temmuz 2011tarihli konuşmasına.)
Diyorlar ki: “Fatma birçok şeyden ayrılabilir ama AK Parti’den, Başbakanından ayrılamıyor. Fatma canını Başbakan ve AK Parti’ye kurban eder.” (Bakınız AKP Ağrı Milletvekili Fatma Salman’ın 12 Ocak 2013 tarihli konuşmasına.)
Diyorlar ki: “Kazlıçeşme Meydanı’na gitmek farz-ı ayndır.” (Bakınız AKP Gençlik Teşkilatı’nın 17 Haziran 2013 tarihli açıklamasına. Gezi Parkı protestolarına karşı Erdoğan’ın düzenlediği miting kastediliyor.)
Diyorlar ki: “Erdoğan benim ‘Atam’dır.” (Bakınız ölümcül Erdoğan ve AKP karşıtlığından birkaç yıl önce keskin dönüş yapıp, en önde giden Erdoğan övücüsü haline geldiği için Başbakan Başdanışmanlığına getirilen komplo teorisyeni Yiğit Bulut’un 11 Mart 2013 tarihli ifadelerine.)
Diyorlar ki: “AK Parti’li olmak Başbakan’a nikahla bağlanmaktır.” (Bakınız AKP Gölcük Düzağaç Mahallesi Kadın Kolları Başkanı Nuran Yıldız’ın 25 Mayıs 2013 tarihli açıklamalarına.)
Diyorlar ki: “Allah’a yemin ederim ki Erdoğan, Türkiye’nin ilelebet, ezeli ve ebedi başkanıdır.” (Bakınız daha yakınlarda kendi partisini lağv ederek iktidar partisine iltihak eden AKP Başkan Yardımcısı Süleyman Soylu’nun 3 Şubat 2013 tarihli konuşmasına.)(*)
Çevresini saran etkili insanlar (belki de tüm etkileri Erdoğan’ın çevresini sardıklarından dolayıdır) son birkaç yıldır demokrasi, hukuk devleti ve temel hak ve özgürlükler açısından akıl almaz bir yere savrulan Başbakan Erdoğan için işte bunları diyorlar. Peki akıl sağlığını, insan olmaktan gelen onurunu ve izzetini henüz yitirmemiş bizler ne diyoruz?
Biz diyoruz ki: Recep Tayyip Erdoğan önünde secde edilecek (haşa) Allah değildir.
Biz diyoruz ki: İnancımız gereği en sonuncusu Hz. Muhammed (sav) olduğu için Recep Tayyip Erdoğan (haşa) ismet sahibi, hatasız ve günahsız bir peygamber de değildir.
Biz diyoruz ki: Şike yasası, Sayıştay yasası, kamu ihalesi yasası, son olarak yargıyı yürütmenin kontrolüne almak üzere çıkarılan yasa benzeri eylemlerle hırsızlık ve yolsuzlukların üstünü örtmek için çırpınan, sırf bu amaçla görülmedik zulüm üzerine zulümler gerçekleştiren Recep Tayyip Erdoğan, dünyayı zulümden kurtaracak ne Mesih’tir ne de Mehdi.
Biz diyoruz ki: Recep Tayyip Erdoğan, varlığına şükür namazı kılınacak ne bir mabut, ne de put değildir.
Biz diyoruz ki: Recep Tayyip Erdoğan’ın ve eşinin doğdukları, Erdoğan’ın siyasete girdiği ve seçildiği beldeler en fazla dünyanın herhangi bir yeri kadar kutsaldır. Onların oralarda doğması veya yaşamalarıyla herhangi bir yer ne fazladan bir şeref kazanır, ne de şerefinden bir şey kaybeder.
Biz diyoruz ki: Recep Tayyip Erdoğan aşkın bir ibadet neşvesi ile dokunulabilecek ne bir azizdir, ne bir ermiştir, ne de havaridir.
Biz diyoruz ki: Recep Tayyip Erdoğan uğruna insanların kendisini kurban edecekleri bir (haşa) ilah değildir.
Biz diyoruz ki: Kendi ülkesinde bile toplumu parça parça bölen Recep Tayyip Erdoğan, İslam alemine liderlik edebilecek ve Müslümanların biat etmesi gereken bir “Halife-i ru-yi zemin” de asla değildir.
Biz diyoruz ki: Topu topu bir siyasal miting olan ve toplumun bir kesiminin diğer kesimleriyle iyice ayrışmasına ve düşmanlaşmasına yol açan siyasal bir araya gelmeler Allah’ın kullarına farz kıldığı bir ibadet değildir.  
Biz diyoruz ki: Recep Tayyip Erdoğan, ne atamızdır ne de babamızdır. Ne de her şeyimizi teslim etmek üzere nikah kıydığımız eşimizdir.
Biz diyoruz ki: “Allah’a yemin ederim ki Erdoğan, Türkiye’nin ilelebet, ezeli ve ebedi başkanıdır,” sözü en çiğ ve en pespaye cinsinden su katılmamış bir yalakalık örneğidir.
Özetle biz diyoruz ki: Recep Tayyip Erdoğan ne (haşa) Allahımızdır, ne peygamberimizdir, ne putumuzdur, ne de mabudumuz. Recep Tayyip Erdoğan kurtarıcılığına sığınacağımız Mehdimiz ya da Mesihimiz de değildir. Dahası “halife-i ru-yi zemin” de olmayan Recep Tayyip Erdoğan ne babamızdır, ne de nikahı altına girdiğimiz kocamızdır.
Recep Tayyip Erdoğan, son dönemde verdiği imaj itibariyle sadece ve sadece daha fazla siyasal güç için çırpınan ve hırsı son derece yüksek bir siyasetçidir. Recep Tayyip Erdoğan, bizlerin ve sizlerin birer vatandaş olarak hepimize hizmet etsin diye kendi oylarımızla seçtiği bir vekildir. Recep Tayyip Erdoğan, siyaset ve demokrasinin gereği olarak halkın seçtiği vekillerin kendi aralarından belirledikleri ve insanların hak ve hukukunu gözetmek kaydıyla memleketin yönetimi ile yetkilendirip ve halka hesap vermekle sorumlu kıldıkları bir başvekildir. Yani Recep Tayyip Erdoğan bunların ne daha fazlasıdır, ne de daha azıdır.
Recep Tayyip Erdoğan hakkında onlar öyle diyor, biz böyle diyoruz. İşte tüm sorun da burada başlıyor.
(*) Bu derleme içerisindeki bilgiler http://www.sansursuzhaber.com sitesinden alınmıştır. Ayrıca “biz” kelimesi tevazu gereği “ben” yerine kullanılmıştır. Burada yazılanlar herhangi bir grubun/topluluğun değil, şahsımın görüşleridir.




19 Aralık 2013 Perşembe

Bu bir hırsız-polis olayıdır!


Önce müsaadenizle birbiriyle ilintisiz gibi görünen iki haberi paylaşayım:
Birincisi Habertürk gazetesinin dünkü manşetinde yer alıyor: İstanbul Esenler Otogarı’ndaki metro istasyonunda özel güvenlik görevlisi olarak çalışan 22 yaşındaki Sinan Y., 4 kişiyi kendisine ait indirimli kartı ile turnikeden geçirince mahkemelik oldu. İstanbul Ulaşım A.Ş.’nin 4.9 lira zarara neden olduğu tespit edilen Sinan Y.’den şikâyetçi olması üzerine Y. hakkında 7 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açıldı.
İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’nca hazırlanan iddianameye göre, Sinan Y.’nin başka ilden İstanbul’a gelen ve nereden jeton alacağını bilemeyen bazı kişilere kendisine ait indirimli kart ile geçiş yaptırdığı iddia edildi. Bunun üzerine araştırma yapan İstanbul Ulaşım A.Ş., güvenlik görevlisi Sinan Y.’nin bu şekilde 3’er lira karşılığı 4 vatandaşı kendi kartı ile turnikeden geçirdiğini tespit etti. Bu usulsüz geçişlerle şirketin tam 4 lira 90 kuruş zarara uğradığını ileri süren İstanbul Ulaşım A.Ş. avukatları, Sinan Y. hakkında savcılığa suç duyurusunda bulundu.
Soruşturma kapsamında ifadesi alınan Sinan Y., suçlamaları reddetti. Bunu yardım amaçlı yaptığını, benzer olayların İETT otobüslerinde de sık sık yaşandığını belirten Sinan Y., “Herhangi bir çıkarım ve menfaatim yoktur. Resmi kıyafetli çalışan bir görevli olarak bu şekilde para karşılığı ticari amaçlı geçiş yaptırmam kesinlikle söz konusu değildir” dedi. Ancak soruşturmayı tamamlayan savcılık Sinan Y. hakkında TCK’nın 155/2. maddesi uyarınca “güveni kötüye kullanmak” suçundan 7 yıla kadar hapis cezası istemiyle iddianame hazırladı. Sinan Y.’nin yargılanmasına önümüzdeki günlerde İstanbul Asliye Ceza Mahkemesi’nde başlanacak.
İkinci haber ise ajanslardan: Tokyo Valisi Naoki Inose, bir hastane şirketinden para aldığının ortaya çıkması üzerine Perşembe günü görevinden istifa etti. Tokyo’nun 2020 Olimpiyat Oyunları’na ev sahipliği hakkını kazanmasında önemli katkısı olan valinin bir hastane yöneticisinden yarım milyon dolara yakın para aldığı iddia edildi. Japon hükümeti, skandalın “Yaz Oyunları” hazırlıklarını etkileyebileceği gerekçesiyle Vali Inose’a görevinden ayrılması yönünde son günlerde baskı yapıyordu.
Televizyonda canlı yayınlanan bir basın toplantısında, “Olimpiyat ve Engelli Olimpiyatları için hazırlıklar ve hükümet çalışmalarını daha fazla geciktirmemeliyim,” şeklinde konuşan Inose, yaşananlar için özür diledi. Olanları açıklamaya çalıştığını ama hastane yöneticileriyle olan bağı ve parayı alma nedeni hakkında kamuoyundaki şüpheleri gideremediğini itiraf eden eski vali, “Kendim için en iyi çözümün görevimden ayrılmak olduğuna karar verdim,” ifadelerini kullandı. Kasım 2012’de Tokushukai Şirketi’nden aldığı paranın kişisel bir borç olduğunu savunan Naoki Inose, bu borcu geri ödediğini ve hastane zinciri sahibinin karşılığında hiçbir menfaat sağlamadığını iddia etti. Vali asıl mesleği olan yazarlığa dönerken, Tokyo Meclisi olayı soruşturmak için bir komite kurdu.
Her ne kadar 7 yıl hapis istemi fazla gibi gözükse de kamu malının her kuruşu kutsal olduğu için 4,9 TL’lik suiistimal yapıldığı iddiasıyla 22 yaşındaki genç bir görevlinin yargılanmasında sanırım bir sorun görmemeliyiz. Umarım bu genç arkadaşın “para karşılığı ticari amaçlı geçiş yaptırmam kesinlikle söz konusu değildir” sözleri doğru çıkar. Hak etmediği herhangi bir ceza almadan bu iş kapanır.
Tokyo Valisi’nin istifasını ise hak, hukuk, ahlak, tutarlılık, haysiyet ve kamu yönetiminin olmazsa olmazlarından şeffaflık ile halkın güvenini kaybetmemenin son derece önemli olduğu gelişmiş bir ülkede, kişisel çıkar görüntüsü veren bir durum karşısında yapılması gereken bir hareket olarak görüyoruz.
Bulunduğu küçük bir konumu kamuya 4,9 TL zarar verecek şekilde suiistimal ettiği iddiasıyla genç bir görevlinin 7 yıla kadar hapis cezasıyla yargılandığı Türkiye’de, hiç tartışmasız Tokyo Valisi’nden daha önemli konumlarda bulunan bakanlar ve kamu görevlileri ile ilgili maalesef aynı tavır alınamıyor. O genç görevlinin başına gelenler uluslararası bağlantıları da olan büyük meblağlı yolsuzluk, usulsüzlük, rüşvet ve kara para aklama gibi skandallara adı karışan bazı hükümet üyelerinin ve üst düzey kamu görevlilerinin başına nedense gelmiyor.
Mesela, İran’la allengirli finansal işlerin odağına yerleştirilen bir Türk kamu bankasının Genel Müdürü’nün evinde ayakkabı kutuları içinde 4,5 milyon doların bulunması, herhalde 22 yaşındaki gencecik görevliye atfedilen 4,9 TL’lik zarar iddiasından daha önemsiz değildir. Ama gelin görün ki, başta bizzat Başbakan olmak üzere ne hükümet yetkililerinin açıklamalarında, ne de hükümete yakın medya organlarında böyle bir hassasiyet göremiyoruz. Birileri de çıkıp, “söz konusu kamu bankasının yürüttüğü tartışmalı uluslararası para transferleri bir yana, bu banka üzerinden yapılan ve bir miktarı Genel Müdür’ün evinde bulunan milyonlarca dolarlık yolsuzluk da neyin nesi?” demiyor, diyemiyor.
İllegal bazı işlerin önünü açmak üzere bazı kamu görevlilerini tasfiye etmek karşılığında alınacak kallavi rüşvet konusunda, polisin hukuki çerçevedeki takibine takılan bir bakan ve oğlu arasındaki görüşmeler nedense hükümet cenahında ve hükümete iliştirilmiş medyada yok hükmünde sayılıyor. Diğer iki bakanın yine çocukları üzerinden on milyonlarca dolarlık rüşvet aldıklarının sayfa sayfa belgeleri yayınlanmasına rağmen hükümet çevrelerinde ve yandaşı medyada son derece temelsiz, sakil ve yüksek perdeden hamasi argümanlar dile getiriliyor.
Evet doğru, skandala konu olan meblağ çok büyük. Haklısınız, uluslararası uzantıları olan bu skandal kapsadığı aktör ve faktörleri bakımından çok sofistike. Ama şayet basite indirgemek gerekirse tüm benzer hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet ve benzeri gayri hukuki ve gayri meşru hikayelerde olduğu gibi bu skandal da özünde bir hırsız-polis hikayesi. Durum bu kadar yalınken hırsızlıkla suçlananların ve bu hırsızları savunanların sesinin bütün sesleri bastırmayı amaçlayacak kadar yüksek çıkması size de şaşırtıcı gelmiyor mu?
Aktörleri oldukları rüşvet ve yolsuzluğa dair belgeleri ortalığa saçılan etkili konumdaki isimlerin ve bu isimlere hamilik ya da yardakçılık yapanların tarihe nasıl geçeceklerine dair sanırım herhangi bir kaygıları bulunmuyor. Aldıkları pozisyondan utanç duymalarından vaz geçtim, hırsız-polis denkleminde “hırsızlar”dan yana tavır alıyor gibi bir görüntü vermekte hiç mi sorun görmüyorlar?
Görmüyor olmalılar ki, bir de üste çıkıp “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” hesabı hırsızların peşine düşen emniyet yetkilerini görevden alıp, bu soruşturmaları yürüten savcıları iş yapamaz hale getirmeye çabalıyorlar. Bu ülkedeki bazı çevrelerden Tokyo Valisi’nin geç de olsa sergilediği kadar olsun bir izzet ve onuru görmek neden bu kadar zor? 4,9 TL’nin bile hesabının sorulmasından hepimizin mutlu olması gerekirken, bulundukları etkin konumları on milyonlarca dolarlık haksız kazanç ve rüşvetler için istismar eden bakanları ve bürokratları görmezden gelmeyi sahi nasıl beceriyorsunuz ve bunları nasıl içinize sindiriyorsunuz?

English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_334457_cops-vs-robbers.html