Devletin insanların yaşamında kapladığı alanı daraltmak, bürokrasiyi azaltmak ve kamu sektörünü küçültmek üzere yola çıkan AKP, ilk yıllarında bu yönde hareket etmiş, ancak iktidarının ilerleyen yıllarında devlete hakim oldukça devleti merkeze alan klasik Türk iktidar partileri gibi davranır hale gelmiştir.
Bugün Türk siyaset alanında faaliyet
gösteren tüm partiler pek çok alanda birbirinin zıttı görüşlere sahip olsa da
sadece devletin kapladığı alanı büyütmek ve devlete atfedilen kutsiyeti
yüceltmek konusunda birbirleriyle yarışmaktadırlar. Oldum olası halkı temsilden
ziyade bir “devlet partisi” gibi hareket eden CHP, ne tesadüf ki liderinin ilk
ismi bile “Devlet” olan MHP’nin tüm söylem ve eylemlerinin devlet odaklı olması
yetmiyormuş gibi, sadece halktan aldığı demokratik destekle iktidara gelmesine
ve ilk yıllarında demokratikleşmeye hız vererek tüm gücüyle iktidara tutunmaya
çalışmasına rağmen, AKP de gücünü konsolide ettiği oranda bu iki devlet odaklı
partiyle benzeşmeye başlamıştır. İlk dönemlerinde devletin kurumları kendisine
adeta bir muhalefet hatta düşman gibi yaklaşmasına rağmen AKP bugün devlet
fetişizmi konusunda bu iki sistem partisini bile çoktan geçmiştir.
Dindar ve muhafazakar yaşam
tarzından gelen bugünkü iktidar sahiplerinin devlet eliyle hayatın pek çok
sahasında toplumun farklı kesimlerine yaşatılan onca acı tecrübeye rağmen, bugün
görülmedik ölçüde devlete kutsiyet atfetmeleri son derece düşündürücüdür.
Dahası tıpkı Cumhuriyet’in ilk dönemlerindeki “Tek Adam” sultası yıllarında
olduğu gibi devleti yeniden ve hiç olmadığı kadar hayatın odağına yerleştirmeye
çalışan AKP hükümeti, sosyal, kültürel ve ekonomik alanda sivil ya da
yarı-sivil tüm oluşum ve yapıları devletleştirmeye can atar bir görüntü
sergilemektedir.
Devletin merkezi konumunun
güçlendirildiği alanlardan birini de hiç şüphesiz ki dini alan oluşturmaktadır.
AKP hükümeti 11 yıllık iktidarı sürecinde gücünü konsolide edip, devlete iyice
yerleşip devletleştikçe, dini alanı da hiç olmadığı kadar devletleştirmenin
arayışına girmiştir. Bu açıdan Diyanet İşleri Başkanlığı’na, dini alanın
kontrol edilmesi açısından örneğine ancak Mustafa Kemal Atatürk’ün “Tek Adam”,
İsmet İnönü’nün faşistik “Milli Şef” dönemlerinde rastlanabilecek bir
işlevsellik kazandırılmıştır. Malum olduğu üzere Atatürk ve İnönü, Diyanet
İşleri Başkanlığı’nı devlet tekeline aldıkları dinin toplumdan tamamen
silinmesinin etkin bir aracı olarak kullanmışlardır. AKP hükümeti ise tam
tersine bu kurumu hiç olmadığı kadar güçlendirerek devlet eliyle tepeden aşağı
topluma bir dini anlayış dayatmanın güçlü bir aracı haline dönüştürmüştür.
3 Mart 1924 gibi çok erken bir
tarihte bizzat Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle kurulan Diyanet İşleri
Başkanlığı, Osmanlı’da izafi olarak özerklik içinde hareket eden ulema, ilmiye
sınıfının tasfiyesinden ve dini hizmet üreten tüm sivil kurumların
kaldırılmasından sonra kurulmuş olan bir devlet aygıtıdır. “Laiklik” konusunda
rejimin tüm güçlü iddialarına rağmen dini alanın devlet tekeline girmesini
temin için kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı bile aslında sistemin
laiklik iddiaları ile taban tabana zıttır ve evrensel laiklik uygulamalarına
aykırıdır. Din adamlarını, özgür ve vicdani yaklaşımlarıyla hareket etmekten
men edecek şekilde, devlet memurlarına dönüştüren bu kurumun bir benzerine
herhangi bir Batılı laik demokraside rastlamak mümkün değildir.
Hele hele ayrım gözetmeksizin her
inançtan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından toplanan vergilerle oluşturulan
bütçeden pay alan ve bu bütçeden maaşları ödenen din adamlarının birer devlet
memuru olarak sadece ve sadece Sünni-Hanefi Müslümanlara hizmet vermesinin
açıklanabilir bir tarafı bulunmamaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın İslam’ın
emrettiği adalet prensibiyle uyuşmayan bu yapısı hem Türkiye’deki diğer din ve
farklı mezhep mensuplarının, hem de devletin din işlerinden tamamen elini
çekmesini talep eden gerçek laiklerin sert eleştirilerine hedef olmaktadır.
Her dönemde devlete hakim olan
siyasal düşünceye uygun olarak araçsallaştırılan Diyanet İşleri Başkanlığı
varlığı ve mevcut yapısıyla İslam dininin ruhuyla bağdaşmayacak bir
adaletsizliğin vücut bulmuş halidir. Toplumsal, sosyal ve ekonomik alanlarda
kökü bir türlü kazınamayan adaletsizliklerin özü ahlak ve etik olması gereken
dini alanda da, üstelik belki diğer alanlardan çok daha güçlü bir şekilde
bizzat devlet eliyle, yaşatılıyor olmasının dinle ve dindarlıkla açıklanabilir
tarafı bulunmamaktadır.
Türkiye ve dünyayı ilgilendiren
değişik konularda gündem oluşturacak toplantılara imza atan, Onursal
Başkanlığını Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yaptığı Gazeteciler ve Yazarlar
Vakfı’na bağlı Abant Platformu tarafından hafta sonu düzenlenen “Aleviler ve
Sünniler: Barışı ve Geleceği Birlikte Aramak” başlıklı toplantıda da temel
eleştiriler ve taleplerin çoğu dönüp dolaşıp Diyanet İşleri Başkanlığı’na dair
oldu hep. Özellikle, toplantıda çok etkili bir konuşma yapan Today’s Zaman
yazarlarından Cafer Solgun’un isyan derecesindeki çıkışının hükümetin, Diyanet
İşleri Başkanlığı’nın ve devlet memuru din adamlarının kulaklarına küpe olması
gerekir.
Çarpık laiklik anlayışı konusunda
devletin Alevilere yüklediği figüran rolüne sert eleştiriler yönelten Solgun,
Alevilerin sorunlarına dair şu çarpıcı görüşleri dile getirdi: “-Türkiye
laiktir laik kalacak!- sloganını en yüksek sesle atması istenen hep biz
Aleviler olduk ama gerçek laikliği de hiçbir zaman göremedik. Oysa devlet
Alevilerin eşit vatandaşlık talebini kabul etmek ve haklarını tanımak zorundadır.
Üstelik bu haklar bir pazarlığın konusu yapılamaz! İnsanların ibadet etme
haklarının tanınması geciktirilebilecek bir konu olamaktan çıkmıştır.”
Alevilerin haklarının gaspının
toplumdan değil devletten kaynaklandığına da vurgu yapan Solgun, “Bugün
Alevilerin ibadet yerleri olarak cemevleri var ve cenazelerimizi oradan
kaldırıyoruz. Bugüne kadar hiçbir Sünni vatandaşı ‘cenazelerinizi neden
cemevlerinden kaldırıyorsunuz?’ diye ayaklanırken de görmedik,” dedi.
Yapılan yedi Alevi çalıştayının ve
hükümetin başlattığı Alevi açılımı sürecinin resmen sokağa terkedildiğini
söyleyen Solgun, bu durumun Alevi kitlelerde büyük bir hayal kırıklığına yol
açtığının altını çizdi. Siyasi mitinglerde söylenen bazı ayrımcı sözlere de
sert eleştiriler yönelten Solgun, özellikle son dönemlerde “Gezi protestocuları
Alevidir” şeklinde bir algı oluşturularak toplumun kutuplaştırılmaya
çalışıldığına dikkat çekti. Solgun, AKP liderlerine yönelik “Kutuplaşmadan
dönemsel bir siyasi kazanç elde etme uğruna birlikte yaşama imkanını ortadan
kaldırmayın. ‘Aleviler Gezicidir” diyerek yeni bir kutuplaşma yaratabilir ve
bundan siyasi açıdan kazançlı çıkabilirsiniz. Ama çok kötü bir duruma da yol
açarsınız” uyarılarında bulundu.
Solgun’un eleştirilerinden en büyük
payı ise haklı olarak Diyanet İşleri Başkanlığı aldı. Diyanet İşleri
Başkanlığı’nın nasıl araçsallaştırıldığını 1960, 1971 ve 1982 askeri müdahalelerinden
sonra devlet memuru müftü ve imamlara gönderilen talimatları örnek göstererek
anlatan Solgun, 28 Şubat post-modern askeri darbe sürecinde de Diyanet İşleri
Başkanlığı bünyesinde oluşturdukları birimlerle TSK’ya bağlı Psikolojik Harp
Dairesi’nin yaptığı çalışmalara atıfta bulundu. Alevilerin ve Kürtlerin sisteme
yönelik duygusal kopuşlarında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın talimatla
okunmasını talep ettiği ayrıştırıcı hutbelerin büyük etkisinin olduğunu ileri
süren Solgun, 2008 yılına kadar Diyanet İşleri Başkanlığı’nın konumunun
tartışılması gerektiğini savunan AKP’nin bugün bu teşkilatın temsilcilerinin
protokoldeki yerini yukarı çekmekle ve Atatürk
dönemindeki konumuna getirmekle uğraşmalarına da sert eleştiriler
yöneltti.
Cafer Solgun’un bu söyledikleri
elbette ki çok önemli. Ama bana göre Solgun’un bu çıkışını daha da önemli kılan
Diyanet İşleri Teşkilatı’nın finansmanına dair sözleriydi: “Aleviler olarak biz
ödediğimiz vergileri Diyanet’e helal etmiyoruz. Sizler nasıl Müslümansınız! Bu
sizi rahatsız etmiyor mu?..”
Sahi dini anlatma ve İslam ahlakına
göre dindar nesiller yetiştirme amacıyla faaliyet gösteren devlet memuru din
adamları ücret aldıkları bütçenin oluşmasında Alevilerin kendi paylarına düşen
katkılarını helal etmemelerinden hiç mi rahatsızlık duymuyorlar? Farklı inanç
sahiplerinden rızaları dışında alınan vergilerle finanse edilen din
hizmetlerinde hiç mi sorun görmüyorlar? Adaletsizlikle, toplumun bir kesiminin
hak ve hukukunun ihlaliyle ve kul hakkına girmekle mukaddes İslam dinini nasıl
bağdaştırıyorlar?
Samimiyetle söylemek gerekirse bir
Sünni-Hanefi Türk olarak devlet memuru imamların yerinde asla olmak istemezdim.
Haklı bir feryat niteliğindeki Cafer Solgun’un sözlerinin altına imzamı
atıyorum.
English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_334076_the-state-akp-religious-affairs-directorate-alevis-and-rights.html
English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_334076_the-state-akp-religious-affairs-directorate-alevis-and-rights.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder