16 Aralık 2013 Pazartesi

Devlet, AKP, Diyanet ve Aleviler


Devletin insanların yaşamında kapladığı alanı daraltmak, bürokrasiyi azaltmak ve kamu sektörünü küçültmek üzere yola çıkan AKP, ilk yıllarında bu yönde hareket etmiş, ancak iktidarının ilerleyen yıllarında devlete hakim oldukça devleti merkeze alan klasik Türk iktidar partileri gibi davranır hale gelmiştir.
            Bugün Türk siyaset alanında faaliyet gösteren tüm partiler pek çok alanda birbirinin zıttı görüşlere sahip olsa da sadece devletin kapladığı alanı büyütmek ve devlete atfedilen kutsiyeti yüceltmek konusunda birbirleriyle yarışmaktadırlar. Oldum olası halkı temsilden ziyade bir “devlet partisi” gibi hareket eden CHP, ne tesadüf ki liderinin ilk ismi bile “Devlet” olan MHP’nin tüm söylem ve eylemlerinin devlet odaklı olması yetmiyormuş gibi, sadece halktan aldığı demokratik destekle iktidara gelmesine ve ilk yıllarında demokratikleşmeye hız vererek tüm gücüyle iktidara tutunmaya çalışmasına rağmen, AKP de gücünü konsolide ettiği oranda bu iki devlet odaklı partiyle benzeşmeye başlamıştır. İlk dönemlerinde devletin kurumları kendisine adeta bir muhalefet hatta düşman gibi yaklaşmasına rağmen AKP bugün devlet fetişizmi konusunda bu iki sistem partisini bile çoktan geçmiştir.
            Dindar ve muhafazakar yaşam tarzından gelen bugünkü iktidar sahiplerinin devlet eliyle hayatın pek çok sahasında toplumun farklı kesimlerine yaşatılan onca acı tecrübeye rağmen, bugün görülmedik ölçüde devlete kutsiyet atfetmeleri son derece düşündürücüdür. Dahası tıpkı Cumhuriyet’in ilk dönemlerindeki “Tek Adam” sultası yıllarında olduğu gibi devleti yeniden ve hiç olmadığı kadar hayatın odağına yerleştirmeye çalışan AKP hükümeti, sosyal, kültürel ve ekonomik alanda sivil ya da yarı-sivil tüm oluşum ve yapıları devletleştirmeye can atar bir görüntü sergilemektedir.
            Devletin merkezi konumunun güçlendirildiği alanlardan birini de hiç şüphesiz ki dini alan oluşturmaktadır. AKP hükümeti 11 yıllık iktidarı sürecinde gücünü konsolide edip, devlete iyice yerleşip devletleştikçe, dini alanı da hiç olmadığı kadar devletleştirmenin arayışına girmiştir. Bu açıdan Diyanet İşleri Başkanlığı’na, dini alanın kontrol edilmesi açısından örneğine ancak Mustafa Kemal Atatürk’ün “Tek Adam”, İsmet İnönü’nün faşistik “Milli Şef” dönemlerinde rastlanabilecek bir işlevsellik kazandırılmıştır. Malum olduğu üzere Atatürk ve İnönü, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı devlet tekeline aldıkları dinin toplumdan tamamen silinmesinin etkin bir aracı olarak kullanmışlardır. AKP hükümeti ise tam tersine bu kurumu hiç olmadığı kadar güçlendirerek devlet eliyle tepeden aşağı topluma bir dini anlayış dayatmanın güçlü bir aracı haline dönüştürmüştür.
            3 Mart 1924 gibi çok erken bir tarihte bizzat Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı, Osmanlı’da izafi olarak özerklik içinde hareket eden ulema, ilmiye sınıfının tasfiyesinden ve dini hizmet üreten tüm sivil kurumların kaldırılmasından sonra kurulmuş olan bir devlet aygıtıdır. “Laiklik” konusunda rejimin tüm güçlü iddialarına rağmen dini alanın devlet tekeline girmesini temin için kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı bile aslında sistemin laiklik iddiaları ile taban tabana zıttır ve evrensel laiklik uygulamalarına aykırıdır. Din adamlarını, özgür ve vicdani yaklaşımlarıyla hareket etmekten men edecek şekilde, devlet memurlarına dönüştüren bu kurumun bir benzerine herhangi bir Batılı laik demokraside rastlamak mümkün değildir.
            Hele hele ayrım gözetmeksizin her inançtan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından toplanan vergilerle oluşturulan bütçeden pay alan ve bu bütçeden maaşları ödenen din adamlarının birer devlet memuru olarak sadece ve sadece Sünni-Hanefi Müslümanlara hizmet vermesinin açıklanabilir bir tarafı bulunmamaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın İslam’ın emrettiği adalet prensibiyle uyuşmayan bu yapısı hem Türkiye’deki diğer din ve farklı mezhep mensuplarının, hem de devletin din işlerinden tamamen elini çekmesini talep eden gerçek laiklerin sert eleştirilerine hedef olmaktadır.
            Her dönemde devlete hakim olan siyasal düşünceye uygun olarak araçsallaştırılan Diyanet İşleri Başkanlığı varlığı ve mevcut yapısıyla İslam dininin ruhuyla bağdaşmayacak bir adaletsizliğin vücut bulmuş halidir. Toplumsal, sosyal ve ekonomik alanlarda kökü bir türlü kazınamayan adaletsizliklerin özü ahlak ve etik olması gereken dini alanda da, üstelik belki diğer alanlardan çok daha güçlü bir şekilde bizzat devlet eliyle, yaşatılıyor olmasının dinle ve dindarlıkla açıklanabilir tarafı bulunmamaktadır.
            Türkiye ve dünyayı ilgilendiren değişik konularda gündem oluşturacak toplantılara imza atan, Onursal Başkanlığını Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yaptığı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’na bağlı Abant Platformu tarafından hafta sonu düzenlenen “Aleviler ve Sünniler: Barışı ve Geleceği Birlikte Aramak” başlıklı toplantıda da temel eleştiriler ve taleplerin çoğu dönüp dolaşıp Diyanet İşleri Başkanlığı’na dair oldu hep. Özellikle, toplantıda çok etkili bir konuşma yapan Today’s Zaman yazarlarından Cafer Solgun’un isyan derecesindeki çıkışının hükümetin, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ve devlet memuru din adamlarının kulaklarına küpe olması gerekir. 
            Çarpık laiklik anlayışı konusunda devletin Alevilere yüklediği figüran rolüne sert eleştiriler yönelten Solgun, Alevilerin sorunlarına dair şu çarpıcı görüşleri dile getirdi: “-Türkiye laiktir laik kalacak!- sloganını en yüksek sesle atması istenen hep biz Aleviler olduk ama gerçek laikliği de hiçbir zaman göremedik. Oysa devlet Alevilerin eşit vatandaşlık talebini kabul etmek ve haklarını tanımak zorundadır. Üstelik bu haklar bir pazarlığın konusu yapılamaz! İnsanların ibadet etme haklarının tanınması geciktirilebilecek bir konu olamaktan çıkmıştır.”
            Alevilerin haklarının gaspının toplumdan değil devletten kaynaklandığına da vurgu yapan Solgun, “Bugün Alevilerin ibadet yerleri olarak cemevleri var ve cenazelerimizi oradan kaldırıyoruz. Bugüne kadar hiçbir Sünni vatandaşı ‘cenazelerinizi neden cemevlerinden kaldırıyorsunuz?’ diye ayaklanırken de görmedik,” dedi.
            Yapılan yedi Alevi çalıştayının ve hükümetin başlattığı Alevi açılımı sürecinin resmen sokağa terkedildiğini söyleyen Solgun, bu durumun Alevi kitlelerde büyük bir hayal kırıklığına yol açtığının altını çizdi. Siyasi mitinglerde söylenen bazı ayrımcı sözlere de sert eleştiriler yönelten Solgun, özellikle son dönemlerde “Gezi protestocuları Alevidir” şeklinde bir algı oluşturularak toplumun kutuplaştırılmaya çalışıldığına dikkat çekti. Solgun, AKP liderlerine yönelik “Kutuplaşmadan dönemsel bir siyasi kazanç elde etme uğruna birlikte yaşama imkanını ortadan kaldırmayın. ‘Aleviler Gezicidir” diyerek yeni bir kutuplaşma yaratabilir ve bundan siyasi açıdan kazançlı çıkabilirsiniz. Ama çok kötü bir duruma da yol açarsınız” uyarılarında bulundu.
            Solgun’un eleştirilerinden en büyük payı ise haklı olarak Diyanet İşleri Başkanlığı aldı. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın nasıl araçsallaştırıldığını 1960, 1971 ve 1982 askeri müdahalelerinden sonra devlet memuru müftü ve imamlara gönderilen talimatları örnek göstererek anlatan Solgun, 28 Şubat post-modern askeri darbe sürecinde de Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde oluşturdukları birimlerle TSK’ya bağlı Psikolojik Harp Dairesi’nin yaptığı çalışmalara atıfta bulundu. Alevilerin ve Kürtlerin sisteme yönelik duygusal kopuşlarında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın talimatla okunmasını talep ettiği ayrıştırıcı hutbelerin büyük etkisinin olduğunu ileri süren Solgun, 2008 yılına kadar Diyanet İşleri Başkanlığı’nın konumunun tartışılması gerektiğini savunan AKP’nin bugün bu teşkilatın temsilcilerinin protokoldeki yerini yukarı çekmekle ve Atatürk  dönemindeki konumuna getirmekle uğraşmalarına da sert eleştiriler yöneltti.
            Cafer Solgun’un bu söyledikleri elbette ki çok önemli. Ama bana göre Solgun’un bu çıkışını daha da önemli kılan Diyanet İşleri Teşkilatı’nın finansmanına dair sözleriydi: “Aleviler olarak biz ödediğimiz vergileri Diyanet’e helal etmiyoruz. Sizler nasıl Müslümansınız! Bu sizi rahatsız etmiyor mu?..”
            Sahi dini anlatma ve İslam ahlakına göre dindar nesiller yetiştirme amacıyla faaliyet gösteren devlet memuru din adamları ücret aldıkları bütçenin oluşmasında Alevilerin kendi paylarına düşen katkılarını helal etmemelerinden hiç mi rahatsızlık duymuyorlar? Farklı inanç sahiplerinden rızaları dışında alınan vergilerle finanse edilen din hizmetlerinde hiç mi sorun görmüyorlar? Adaletsizlikle, toplumun bir kesiminin hak ve hukukunun ihlaliyle ve kul hakkına girmekle mukaddes İslam dinini nasıl bağdaştırıyorlar?
            Samimiyetle söylemek gerekirse bir Sünni-Hanefi Türk olarak devlet memuru imamların yerinde asla olmak istemezdim. Haklı bir feryat niteliğindeki Cafer Solgun’un sözlerinin altına imzamı atıyorum. 

 English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_334076_the-state-akp-religious-affairs-directorate-alevis-and-rights.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder