Tüm vergi dairelerinin duvarlarında büyük
harflerle yazılıdır: “Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır”. Hatta bu slogan zaman zaman vergi daireleri
dışına taşarak reklam ve toplumu bilinçlendirme kampanyalarında da kendisine
yer bulabiliyor. Elbette ki meşru dairede kazanılmış ve bir vatandaşlık
vazifesinin ifası olarak vergilendirilmiş kazanç kutsaldır. Bunun aksini kim
iddia edebilir? Ya peki halkın vergilerinden elde edilen kamu bütçesinin yerli
yerinde kullanılması, gereğince harcanması vazifesi de kutsal bir vazife değil
midir?
Demokratik hukuk devletlerinde vatandaşlar veya
işletmeler mükellef kılındıkları vergilerini ödemediklerinde olacaklar bellidir. Vergi kaçıranların yakalarını eninde
sonunda maliye müfettişlerine kaptırmamalarının imkanı yoktur. İyi
işleyen bir denetim mekanizması sayesinde en mahir vergi kaçakçıları bile yakalarını
ele vermekten kurtulamaz. Buna rağmen kayıt dışı ekonominin Türkiye’de bugün hala
yüzde 38 civarında seyretmesi aslında kamu otoritesi durumundaki mercilerin görevlerini
gereğince yerine getirmediklerinin bir göstergesidir. Oysa herkes biliyor ki, devleti
yönetenler istedikleri takdirde istedikleri sektörde vergi kaçaklarına sıfır
tolerans göstererek vergileri kuruşu kuruşuna tahsil edebiliyorlar.
Ancak tıpkı bizim ülkemizde olduğu gibi
demokratik kemale ve tam teşekküllü hukuk devleti olma vasfına henüz erişememiş ülkelerde vergilendirme ve
vergi denetimi yer yer bir imtiyaz, yer yer ise bir cezalandırma metodu olarak
kullanılabiliyor. Böyle ülkelerde onlarca yıl imtiyazlı bir statü verilerek
denetlenmeyen veya vergi usulsüzlükleri sürekli tolere edilen kocaman şirketlerin
bitirilmesinde siyasallaşmış denetim ve vergilendirme bir cezalandırma aracına
dönüştürülebiliyor. Hatta hedefe konan bir şirkette suç teşkil edebilecek bir
vergi kaçağı yoksa bile maniple edilen vergi denetimi sayesinde o şirkete kısa
sürede diz çöktürülebiliyor. Sözkonusu şirkete diz
çöktürülemese bile haksız suç isnatları ile en azından şöhreti kolayca zedelenebiliyor. Özellikle son
dönemde vergi denetiminde tamamen siyasi iktidarın isteği doğrultusunda
sergilenen seçmeci tavır bu işin ne kadar siyasallaştığının bir somut kanıtını
oluşturuyor.
Öte yandan, malum olduğu üzere vergi mükellefliğinin
tabana yayılması ile demokrasinin konsolidasyonu arasında doğrusal bir
korelasyon bulunuyor. Vergisini vererek kamu hizmetlerini finanse eden
vatandaşlar devlet ya da kamu kurumlarından aldıkları hizmetlerin kamu
otoritesinin kendilerine bir lütfu olmadığını, tam tersine bu hizmetlerin kamu
yöneticilerinin vatandaşlarına karşı vazifesi olduğunun bilinciyle hareket
ediyor. Kendisine demokrasi ve hukuk devleti diyebilen ülkelerde bu vazifenin
yerli yerince gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğini denetlemek de vergisini
ödeyen vatandaşların en doğal hakkını oluşturuyor. Vatandaşlar bu doğal ve demokratik hakkını yine
devlet içerisinde oluşturdukları Sayıştay gibi denetim kurumları aracılığıyla
kullanıyor.
Kamu bütçesinin doğru kullanılıp kullanılmadığını
denetlemekle görevlendirilen denetim kurumlarının neredeyse tamamen işlevsiz
hale getirilmesi ise vergiler yoluyla devlete verdiği paranın kim tarafından,
nerede ve hangi amaçla kullanıldığına dair vatandaşların denetleme hakkının elinden
alınması anlamına geliyor. Şeffaflık, denetlenebilirlik ve halka hesap
verebilirlik ilkelerinin temelden ihlali anlamına gelecek böyle bir durumun demokrasilerde yeri bulunmuyor. Oysa bugün Türkiye’de
kamu harcamalarının malî denetiminde ciddi aksaklıklar var. Vatandaşların
ödediği vergilerden oluşan kamu bütçesinin usulüne uygun kullanılıp
kullanılmadığını gösteren raporları hazırlamakla sorumlu Sayıştay son iki
yıldır neredeyse tamamen iş yapamaz hale getirilmiş durumda.
151 yıllık köklü bir kuruluş olan Sayıştay, ne
hikmetse tarihi boyunca ilk kez, demokrasi kavramını dilinden düşürmeyen AKP hükümeti
döneminde işlevsiz hale getirilmiş bulunuyor. Oysa Anayasa’nın 160. Maddesi, merkezî
yönetim bütçesi kapsamındaki kamu idareleri ile sosyal güvenlik kurumlarının
bütün gelir ve giderleri ile mallarını, mahallî idarelerin de hesap ve
işlemlerini inceleme vazifesini Meclis adına Sayıştay’a tevdi etmiştir. Salı
günü Zaman gazetesinden Turhan Bozkurt’un da ifade ettiği gibi, Sayıştay’ın vazifesini
icra ederken yürütme organından talimat alması veya onun düzenleyici işlemleri
ile sınırlandırılması uluslararası denetim standartlarına temelden aykırıdır.
Buna rağmen, hükümetin sürekli olarak Sayıştay’ın etkinliğini azaltacak
girişimlerine şahit oluyoruz. Dahası kendisi demokratik denetimden azade hareket eden hükümetin devlet gücünü kullanarak tüm toplumu denetim altına alma çabasını görüyoruz.
2012’de çıkarılan 6353 sayılı kanunun bazı
hükümleri Sayıştay’ı denetleyeceği kurumlardan izin almak gibi çelişkili bir
durumla karşı karşıya getirmişti. Ne iyi ki, bu yanlış hesap Anayasa Mahkemesi’nden döndü. Mahkemeye
göre, yasama erki olan Meclis’in yürütme erkine bağlı kurumları bütçelendirme
ve bu bütçeyi denetleme hak ve sorumluluğu büyük ölçüde Sayıştay denetimi ve bu
denetim sonrasında Meclis’e sunulan raporlar üzerinden gerçekleşiyordu. Dolayısıyla
Sayıştay’ın faaliyetleri ve denetim raporları yürütmenin halka ve yasama
organına hesap verme sorumluluğunun en önemli araçlarındandı. Anayasa Mahkemesi’nin frenleyici kararına rağmen
hükümet elbette boş durmadı ve adım adım devlet kurumlarını Sayıştay denetiminden
çıkarmakta epey yol aldı.
Askerî harcamalarla başlayıp Başbakanlık, MİT ve
bakanlıklarla kapsamı hükümet tarafından iyice genişletilen ‘teftiş/denetim dokunulmazlığı’na yönelik
bugün her kesimden haklı itirazlar yükseliyor. Buna rağmen AKP hükümeti, yolu
ve yörüngesi demokrasiden sapan her hükümetin yapageldiği gibi, ‘gizlilik’ ve
‘devlet sırrı’ gibi esrarengiz kavramların arkasına sığınarak halkın ödediği
vergilerin nasıl ve ne amaçla harcandığını gözlerden kaçırmaya çalışıyor.
Oysa
kamu idaresi her şeyden daha fazla vatandaşların alın terinden alınan
vergilerle oluşan kamu bütçesinin nasıl kullanıldığıyla ilgili bir konudur. Bir
hükümetin tüm diğer alanlardaki demokrasi, özgürlükler ve hukuk karnesi çok olumlu olsa dahi
sadece ve sadece kamu bütçesinin nasıl kullanıldığına dair Meclis’e ve halka hesap
vermekten kaçıyor olması demokratlığını ve hukukun üstünlüğü ilkesine
sadakatini tartışmalı hale getirir. Tıpkı Sayıştay’ı ve kamu denetimi
mekanizmalarını devre dışı bırakan AKP hükümetinin demokratlığını ve hukuk
devleti prensibine bağlılığını tartışmalı hale getirdiği gibi.
Salı günü itibariyle Meclis Genel Kurulu'nda görüşülmeye başlanan 2014 bütçesi, tıpkı geçen yıl olduğu gibi,
bir önceki yılın bütçesinin nasıl kullanıldığına dair elde somut veriler
olmadan yapılacak. Oysa, başta petrol ürünleri olmak üzere bazı alanlarda yüzde 70’lere
varan vergilendirmelere maruz kalan vatandaşların, ödedikleri her kuruşun
nerede, hangi amaçla ve nasıl kullanıldığını bilmeye hakkı vardır. Vergisini
düzenli ödeyen vatandaşları bu en doğal, en temel ve en demokratik haklarından
mahrum bırakanlara, velev ki dünyanın en namuslu insanları olsunlar, gırtlaklarına
kadar yolsuzluklara ve usulsüzlüklere batmış “potansiyel hırsızlar” gözüyle bakılması ise
kaçınılmazdır.
Kamu bütçesini ödedikleri vergilerle oluşturan halkın, kamu harcamalarında şeffaflık ve demokratik
denetim beklemesi en tabii hakkı
olduğu gibi, sözkonusu bu denetim kamu yöneticilerini haklı/haksız istifhamlardan koruyacak güçlü bir
kalkan niteliğindedir de. Doğrusunu isterseniz AKP hükümetinin, türlü
istifhamlardan kendilerini kurtaracak bu koruyucu kalkanı kullanmakta neden bu
kadar isteksiz olduğu anlaşılır gibi değildir.
English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_333661_main-priority-should-be-transparency-and-auditing.html
English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_333661_main-priority-should-be-transparency-and-auditing.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder