10 Aralık 2013 Salı

Asıl konuşmamız gereken konu şeffaflık ve denetim

Tüm vergi dairelerinin duvarlarında büyük harflerle yazılıdır: “Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır”.  Hatta bu slogan zaman zaman vergi daireleri dışına taşarak reklam ve toplumu bilinçlendirme kampanyalarında da kendisine yer bulabiliyor. Elbette ki meşru dairede kazanılmış ve bir vatandaşlık vazifesinin ifası olarak vergilendirilmiş kazanç kutsaldır. Bunun aksini kim iddia edebilir? Ya peki halkın vergilerinden elde edilen kamu bütçesinin yerli yerinde kullanılması, gereğince harcanması vazifesi de kutsal bir vazife değil midir?
Demokratik hukuk devletlerinde vatandaşlar veya işletmeler mükellef kılındıkları vergilerini ödemediklerinde olacaklar bellidir. Vergi kaçıranların yakalarını eninde sonunda maliye müfettişlerine kaptırmamalarının imkanı yoktur. İyi işleyen bir denetim mekanizması sayesinde en mahir vergi kaçakçıları bile yakalarını ele vermekten kurtulamaz. Buna rağmen kayıt dışı ekonominin Türkiye’de bugün hala yüzde 38 civarında seyretmesi aslında kamu otoritesi durumundaki mercilerin görevlerini gereğince yerine getirmediklerinin bir göstergesidir. Oysa herkes biliyor ki, devleti yönetenler istedikleri takdirde istedikleri sektörde vergi kaçaklarına sıfır tolerans göstererek vergileri kuruşu kuruşuna tahsil edebiliyorlar.
Ancak tıpkı bizim ülkemizde olduğu gibi demokratik kemale ve tam teşekküllü hukuk devleti olma vasfına  henüz erişememiş ülkelerde vergilendirme ve vergi denetimi yer yer bir imtiyaz, yer yer ise bir cezalandırma metodu olarak kullanılabiliyor. Böyle ülkelerde onlarca yıl imtiyazlı bir statü verilerek denetlenmeyen veya vergi usulsüzlükleri sürekli tolere edilen kocaman şirketlerin bitirilmesinde siyasallaşmış denetim ve vergilendirme bir cezalandırma aracına dönüştürülebiliyor. Hatta hedefe konan bir şirkette suç teşkil edebilecek bir vergi kaçağı yoksa bile maniple edilen vergi denetimi sayesinde o şirkete kısa sürede diz çöktürülebiliyor. Sözkonusu şirkete diz çöktürülemese bile haksız suç isnatları ile en azından şöhreti kolayca zedelenebiliyor. Özellikle son dönemde vergi denetiminde tamamen siyasi iktidarın isteği doğrultusunda sergilenen seçmeci tavır bu işin ne kadar siyasallaştığının bir somut kanıtını oluşturuyor.
Öte yandan, malum olduğu üzere vergi mükellefliğinin tabana yayılması ile demokrasinin konsolidasyonu arasında doğrusal bir korelasyon bulunuyor. Vergisini vererek kamu hizmetlerini finanse eden vatandaşlar devlet ya da kamu kurumlarından aldıkları hizmetlerin kamu otoritesinin kendilerine bir lütfu olmadığını, tam tersine bu hizmetlerin kamu yöneticilerinin vatandaşlarına karşı vazifesi olduğunun bilinciyle hareket ediyor. Kendisine demokrasi ve hukuk devleti diyebilen ülkelerde bu vazifenin yerli yerince gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğini denetlemek de vergisini ödeyen vatandaşların en doğal hakkını oluşturuyor. Vatandaşlar bu doğal ve demokratik hakkını yine devlet içerisinde oluşturdukları Sayıştay gibi denetim kurumları aracılığıyla kullanıyor.
Kamu bütçesinin doğru kullanılıp kullanılmadığını denetlemekle görevlendirilen denetim kurumlarının neredeyse tamamen işlevsiz hale getirilmesi ise vergiler yoluyla devlete verdiği paranın kim tarafından, nerede ve hangi amaçla kullanıldığına dair vatandaşların denetleme hakkının elinden alınması anlamına geliyor. Şeffaflık, denetlenebilirlik ve halka hesap verebilirlik ilkelerinin temelden ihlali anlamına gelecek böyle bir durumun  demokrasilerde yeri bulunmuyor. Oysa bugün Türkiye’de kamu harcamalarının malî denetiminde ciddi aksaklıklar var. Vatandaşların ödediği vergilerden oluşan kamu bütçesinin usulüne uygun kullanılıp kullanılmadığını gösteren raporları hazırlamakla sorumlu Sayıştay son iki yıldır neredeyse tamamen iş yapamaz hale getirilmiş durumda.
151 yıllık köklü bir kuruluş olan Sayıştay, ne hikmetse tarihi boyunca ilk kez, demokrasi kavramını dilinden düşürmeyen AKP hükümeti döneminde işlevsiz hale getirilmiş bulunuyor. Oysa Anayasa’nın 160. Maddesi, merkezî yönetim bütçesi kapsamındaki kamu idareleri ile sosyal güvenlik kurumlarının bütün gelir ve giderleri ile mallarını, mahallî idarelerin de hesap ve işlemlerini inceleme vazifesini Meclis adına Sayıştay’a tevdi etmiştir. Salı günü Zaman gazetesinden Turhan Bozkurt’un da ifade ettiği gibi, Sayıştay’ın vazifesini icra ederken yürütme organından talimat alması veya onun düzenleyici işlemleri ile sınırlandırılması uluslararası denetim standartlarına temelden aykırıdır. Buna rağmen, hükümetin sürekli olarak Sayıştay’ın etkinliğini azaltacak girişimlerine şahit oluyoruz. Dahası kendisi demokratik denetimden azade hareket eden hükümetin devlet gücünü kullanarak tüm toplumu denetim altına alma çabasını görüyoruz.
2012’de çıkarılan 6353 sayılı kanunun bazı hükümleri Sayıştay’ı denetleyeceği kurumlardan izin almak gibi çelişkili bir durumla karşı karşıya getirmişti. Ne iyi ki, bu yanlış hesap Anayasa Mahkemesi’nden döndü. Mahkemeye göre, yasama erki olan Meclis’in yürütme erkine bağlı kurumları bütçelendirme ve bu bütçeyi denetleme hak ve sorumluluğu büyük ölçüde Sayıştay denetimi ve bu denetim sonrasında Meclis’e sunulan raporlar üzerinden gerçekleşiyordu. Dolayısıyla Sayıştay’ın faaliyetleri ve denetim raporları yürütmenin halka ve yasama organına hesap verme sorumluluğunun en önemli araçlarındandı. Anayasa Mahkemesi’nin frenleyici kararına rağmen hükümet elbette boş durmadı ve adım adım devlet kurumlarını Sayıştay denetiminden çıkarmakta epey yol aldı.
Askerî harcamalarla başlayıp Başbakanlık, MİT ve bakanlıklarla kapsamı hükümet tarafından iyice genişletilen ‘teftiş/denetim dokunulmazlığı’na yönelik bugün her kesimden haklı itirazlar yükseliyor. Buna rağmen AKP hükümeti, yolu ve yörüngesi demokrasiden sapan her hükümetin yapageldiği gibi, ‘gizlilik’ ve ‘devlet sırrı’ gibi esrarengiz kavramların arkasına sığınarak halkın ödediği vergilerin nasıl ve ne amaçla harcandığını gözlerden kaçırmaya çalışıyor.
Oysa kamu idaresi her şeyden daha fazla vatandaşların alın terinden alınan vergilerle oluşan kamu bütçesinin nasıl kullanıldığıyla ilgili bir konudur. Bir hükümetin tüm diğer alanlardaki demokrasi, özgürlükler ve hukuk karnesi çok olumlu olsa dahi sadece ve sadece kamu bütçesinin nasıl kullanıldığına dair Meclis’e ve halka hesap vermekten kaçıyor olması demokratlığını ve hukukun üstünlüğü ilkesine sadakatini tartışmalı hale getirir. Tıpkı Sayıştay’ı ve kamu denetimi mekanizmalarını devre dışı bırakan AKP hükümetinin demokratlığını ve hukuk devleti prensibine bağlılığını tartışmalı hale getirdiği gibi.  
            Salı günü itibariyle Meclis Genel Kurulu'nda görüşülmeye başlanan 2014 bütçesi, tıpkı geçen yıl olduğu gibi, bir önceki yılın bütçesinin nasıl kullanıldığına dair elde somut veriler olmadan yapılacak. Oysa, başta petrol ürünleri olmak üzere bazı alanlarda yüzde 70’lere varan vergilendirmelere maruz kalan vatandaşların, ödedikleri her kuruşun nerede, hangi amaçla ve nasıl kullanıldığını bilmeye hakkı vardır. Vergisini düzenli ödeyen vatandaşları bu en doğal, en temel ve en demokratik haklarından mahrum bırakanlara, velev ki dünyanın en namuslu insanları olsunlar, gırtlaklarına kadar yolsuzluklara ve usulsüzlüklere batmış “potansiyel hırsızlar” gözüyle bakılması ise kaçınılmazdır.
Kamu bütçesini ödedikleri vergilerle oluşturan halkın, kamu harcamalarında şeffaflık ve demokratik denetim beklemesi en tabii hakkı olduğu gibi, sözkonusu bu denetim kamu yöneticilerini haklı/haksız istifhamlardan koruyacak güçlü bir kalkan niteliğindedir de. Doğrusunu isterseniz AKP hükümetinin, türlü istifhamlardan kendilerini kurtaracak bu koruyucu kalkanı kullanmakta neden bu kadar isteksiz olduğu anlaşılır gibi değildir.

English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_333661_main-priority-should-be-transparency-and-auditing.html
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder