İlk iki iktidar
döneminde demokratikleşme ve insan hakları konusunda son derece başarılı adımlar
atan AKP hükümeti uzunca bir süredir bu performansının tersine bir yöne sapmış
durumda. Zor zamanlarında demokratikleşme adımlarına destek vermiş olan farklı
toplumsal kesimleri uzunca bir süredir tek tek kendisinden uzaklaştıran AKP,
maalesef bunu, ancak “siyasal İslamcılık”
diye tanımlayabileceğimiz bir siyasal projenin bilinçli adımları olarak
gerçekleştiriyor.
Aslında şaşırılacak bir
durum yok. Neticede, AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu partisinin uzunca bir
süredir benimsediği bu yeni gidişatı Nisan 2013 başlarında katıldığı bir
toplantıda açık açık ifade de etmişti: “10 yıllık iktidar dönemimizde şu ya da
bu şekilde bizimle paydaş olanlar, gelecek 10 yılda bizimle paydaş
olmayacaklar. Onlar da, diyelim ki liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu
süreçte paydaş oldular. Ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu
ettiği gibi olmayacak.” Aynı konuşmasında Babuşçu, demokrasinin ruhunu aykırı
bir şekilde “AK Parti daha çok uzun süre iktidarda olmak durumundadır” diyerek,
önemli olanın demokrasi olmayıp, iktidarda kalmak olduğunun da altını çizmişti.
Babuşçu’nun bu sözleri,
aslında bir süredir tam da söylediği şekilde yaşanmakta olan sürecin açık bir
itirafından ibaretti. Çünkü 2011 seçimlerinden bu yana o eski demokratikleşmeci,
sivilleşmeci, reformist, paylaşımcı, katılımcı, çoğulcu, uzlaşmacı ve
şeffaflaşmadan yana olan AKP adeta gitmiş, yerine farklı bir içerikle de olsa, eski
devlet refleksleriyle hareket eden bir iktidar partisi gelmiştir. AKP bir
süredir basın özgürlüğüne saygısız, farklı yaşam tarzlarına ve farklı düşünce
sahiplerinin hak ve özgürlüklerine duyarsız, medya mühendisliğine oldukça hevesli,
toplum mühendisliğine iştihası ise alabildiğine kabarmış bir iktidara
dönüşmüştür. Aylarca Türkiye’yi kilitleyen Gezi Parkı protestoları da,
kızlı-erkekli öğrenci evleri tartışması da, son olarak tepeden inmeci ve
oldu-bittici bir yaklaşımla dershanelerin devlet zoruyla kapatılması kararı ve
buna benzer tüm dayatmacı politikalar hep bu çerçevede ele alınabilir.
İç siyasette sosyal
barışı dinamitleyen bu “biz biliriz”ci, “ben yaptım-oldu”cu yaklaşımın maalesef
Türkiye’ye büyük bedeller ödetme potansiyeli olan yansımalarını dış politikada
da görmeye başladık. Hükümet içeride farklı düşünce, teklif ve yaklaşımları susturduğu,
bastırdığı oranda Türkiye, yakın geçmişte dış politikadaki göz kamaştırıcı başarılarını
da giderek mumla arar hale geldi. Kıymeti kendinden menkul bir “büyük devlet”
söylemi ve böbürlenmesi neticesinde Türkiye’nin Ortadoğu politikası neredeyse tamamen
çöktü. Avrupa Birliği (AB) ile ilişkiler uzunca bir süre adeta durma noktasına
geldi. Balkanlarda “büyük devlet” söyleminin şehvetiyle ifade edilen bazı sözler
yüzünden üzerinde yıllardır çalışılan bölgesel istikrar mekanizmaları tarumar
edildi.
Tüm bunlar yetmezmiş
gibi, askeri ve stratejik açıdan resmen bir evlilik ilişkisi içerisinde
olduğumuz NATO üyeliğimize, uzatmalı bir nişanlılık ilişkisi içerisinde bulunduğumuz
AB ile yürüttüğümüz üyelik sürecine rağmen, AKP hükümeti dış politikada büyük
alt-üst oluşlara yol açabilecek türlü jeo-politik hovardalıklara soyundu. Kâh “Ortadoğu’nun
abisi de, sahibi de biziz denildi”, kâh Ortadoğu’nun yegane düzen
kurucusuymuşuz gibi aşırı özgüvenli bir tavır takınıldı. Yetmedi, halen sınırlarımızı
NATO ülkelerinden yalvar yakar aldığımız Patriot füze savunma sistemleri
korurken, Çin’le füze anlaşmaları yapıldı. Türkiye’nin dış politik yönelimine
dair Batı’da derin şüphelerin artmasına yol açan, öte yandan Rusya’nın bile
ancak kötü bir şaka olarak değerlendirdiği ciddiyetsiz bir üslupla Şangay
İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) üye alınmamız konusu sürekli ve yerli yersiz gündeme
getirildi. Üye ülkelerinin demokrasi, hukuk, hak ve özgürlüklere dair performansının
tüm indekslerde yerlerde süründüğü ŞİÖ’ya girmek için çırpınan bir Türkiye
fotoğrafı verir hale gelmiş olmak bile aslında fazlaca söze ihtiyaç bırakmıyor.
İçerideki
otoriterleşmeye, demokratik hassasiyetlerden, şeffaflıktan, hesap
verebilirlikten, demokratik denetimden uzaklaşmaya uygun düşecek şekilde dış
politikada yeni arayışlara sapmanın Türkiye için bedeli doğal olarak ağır oldu.
İçinde bulunduğumuz hafta içerisinde hem TESEV’in hem de Kadir Has Üniversitesi’nin
izlenen dış politika konusunda oluşan algılara dair yayınladığı raporlar
geldiğimiz durumu açıkça gözler önüne seriyor. İç siyasette demokrasiden
uzaklaştırıcı bir yanlış istikamete girmenin, dış politikada bu istikamete
uygun tuhaf arayışlar sergilemenin daha ağır bedellerini belli ki millet olarak
hep birlikte ödeyeceğiz.
TESEV’in hazırladığı “Ortadoğu’da
Türkiye Algısı 2013 Raporu”, Türkiye’nin son yıllarda bütün diplomatik ve
politik sermayesini yatırdığı Ortadoğu’da, son iki yılda izlediği politikalar
yüzünden popülaritesini ve olumlu algısını hızla kaybettiğini ortaya koydu. Rapor
Mısır ve Suriye başta olmak üzere Ortadoğu’daki politik tercihleri nedeniyle
Türkiye’nin bölgenin en sevilen ülkesi olma özelliğini maalesef kaybettiğini
gösterdi. Araştırmanın gerçekleştirildiği Ortadoğu’nun 16 ülkesinde Türkiye’ye
yönelik olumlu yaklaşım 2011 yılında yüzde 78, 2012 yılında yüzde 69 iken, bu
yıl bu oran yüzde 59’a gerilemiş durumda. Türkiye’nin imajının geldiği noktadan
daha endişe verici olan ise bu trendin iyice aşağıya doğru gitme ihtimalinin
yüksek olması.
Bölge genelinde en
sevilen ülkenin geçtiğimiz yıllarda olduğunun aksine artık Türkiye değil, sırasıyla
Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan olması üzerinde ciddiyetle
düşünmek gerekir. Açıkça anlaşılan o ki, demokratikleşme, sivilleşme, özgürlükler
rotasından ve tevazudan sapıp kendisini tekebbüre ve otoriterleşmeye saldığı
oranda Türkiye’nin olumlu imajı sadece Batılı başkentlerde zora girmiyor, Türkiye
son derece iddialı olduğu Ortadoğu sokaklarında bile o eski cazibesini hızla
yitiriyor.
Hükümetin içerideki
demokratik yönelimden sapmaya paralel şekilde izlediği yanlış dış politikalara
dair Türk halkının algısında da önemli değişiklikler yaşanıyor. Kadir Has
Üniversitesi tarafından, Türkiye halkının dış politikaya bakışını ortaya koymak
için yapılan kamuoyu araştırmasına göre, hükümetin izlediği dış politikayı
başarılı bulan vatandaşların oranı 2012’de yüzde 34,7 iken 2013 yılında yüzde
25’e gerilemiş durumda. Türkiye’nin Ortadoğu’ya dönük politikasını başarılı
bulanların oranı ise iki sene önce yüzde 37 iken bu oran bugün yüzde 26’ya
ancak ulaşıyor.
Avrupa Birliği üyeliğine
desteğin yüzde 47,5 olarak çıktığı ankette, AB üyeliğine alternatif olarak öne
çıkan oluşumlar ise şöyle sıralanıyor: Türk Birliği yüzde 26, NATO-ABD ile
işbirliği yüzde 12,8, İslam İşbirliği Örgütü’nün rolünün artırılması yüzde
12,6, Rusya ile stratejik işbirliği yüzde 12,3, Şanghay İşbirliği Örgütü’ne
üyelik yüzde 9.
Şimdi bütün bu tabloya
baktığımızda herkesin gözleri önünde cereyan eden içerideki otoriterleşme
eğiliminin tüm olumsuz sonuçlarının sadece iç siyaseti ilgilendirdiğini kim iddia
edebilir ki?
For English: http://todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_333241_turkish-foreign-policy-falters-as-govt-grows-authoritarian-in-domestic-policy.html
For English: http://todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_333241_turkish-foreign-policy-falters-as-govt-grows-authoritarian-in-domestic-policy.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder