5 Aralık 2013 Perşembe

İç politikada otoriterleştikçe dış politikamız sapıyor

İlk iki iktidar döneminde demokratikleşme ve insan hakları konusunda son derece başarılı adımlar atan AKP hükümeti uzunca bir süredir bu performansının tersine bir yöne sapmış durumda. Zor zamanlarında demokratikleşme adımlarına destek vermiş olan farklı toplumsal kesimleri uzunca bir süredir tek tek kendisinden uzaklaştıran AKP, maalesef bunu,  ancak “siyasal İslamcılık” diye tanımlayabileceğimiz bir siyasal projenin bilinçli adımları olarak gerçekleştiriyor.
Aslında şaşırılacak bir durum yok. Neticede, AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu partisinin uzunca bir süredir benimsediği bu yeni gidişatı Nisan 2013 başlarında katıldığı bir toplantıda açık açık ifade de etmişti: “10 yıllık iktidar dönemimizde şu ya da bu şekilde bizimle paydaş olanlar, gelecek 10 yılda bizimle paydaş olmayacaklar. Onlar da, diyelim ki liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte paydaş oldular. Ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak.” Aynı konuşmasında Babuşçu, demokrasinin ruhunu aykırı bir şekilde “AK Parti daha çok uzun süre iktidarda olmak durumundadır” diyerek, önemli olanın demokrasi olmayıp, iktidarda kalmak olduğunun da altını çizmişti.
Babuşçu’nun bu sözleri, aslında bir süredir tam da söylediği şekilde yaşanmakta olan sürecin açık bir itirafından ibaretti. Çünkü 2011 seçimlerinden bu yana o eski demokratikleşmeci, sivilleşmeci, reformist, paylaşımcı, katılımcı, çoğulcu, uzlaşmacı ve şeffaflaşmadan yana olan AKP adeta gitmiş, yerine farklı bir içerikle de olsa, eski devlet refleksleriyle hareket eden bir iktidar partisi gelmiştir. AKP bir süredir basın özgürlüğüne saygısız, farklı yaşam tarzlarına ve farklı düşünce sahiplerinin hak ve özgürlüklerine duyarsız, medya mühendisliğine oldukça hevesli, toplum mühendisliğine iştihası ise alabildiğine kabarmış bir iktidara dönüşmüştür. Aylarca Türkiye’yi kilitleyen Gezi Parkı protestoları da, kızlı-erkekli öğrenci evleri tartışması da, son olarak tepeden inmeci ve oldu-bittici bir yaklaşımla dershanelerin devlet zoruyla kapatılması kararı ve buna benzer tüm dayatmacı politikalar hep bu çerçevede ele alınabilir.
İç siyasette sosyal barışı dinamitleyen bu “biz biliriz”ci, “ben yaptım-oldu”cu yaklaşımın maalesef Türkiye’ye büyük bedeller ödetme potansiyeli olan yansımalarını dış politikada da görmeye başladık. Hükümet içeride farklı düşünce, teklif ve yaklaşımları susturduğu, bastırdığı oranda Türkiye, yakın geçmişte dış politikadaki göz kamaştırıcı başarılarını da giderek mumla arar hale geldi. Kıymeti kendinden menkul bir “büyük devlet” söylemi ve böbürlenmesi neticesinde Türkiye’nin Ortadoğu politikası neredeyse tamamen çöktü. Avrupa Birliği (AB) ile ilişkiler uzunca bir süre adeta durma noktasına geldi. Balkanlarda “büyük devlet” söyleminin şehvetiyle ifade edilen bazı sözler yüzünden üzerinde yıllardır çalışılan bölgesel istikrar mekanizmaları tarumar edildi.
Tüm bunlar yetmezmiş gibi, askeri ve stratejik açıdan resmen bir evlilik ilişkisi içerisinde olduğumuz NATO üyeliğimize, uzatmalı bir nişanlılık ilişkisi içerisinde bulunduğumuz AB ile yürüttüğümüz üyelik sürecine rağmen, AKP hükümeti dış politikada büyük alt-üst oluşlara yol açabilecek türlü jeo-politik hovardalıklara soyundu. Kâh “Ortadoğu’nun abisi de, sahibi de biziz denildi”, kâh Ortadoğu’nun yegane düzen kurucusuymuşuz gibi aşırı özgüvenli bir tavır takınıldı. Yetmedi, halen sınırlarımızı NATO ülkelerinden yalvar yakar aldığımız Patriot füze savunma sistemleri korurken, Çin’le füze anlaşmaları yapıldı. Türkiye’nin dış politik yönelimine dair Batı’da derin şüphelerin artmasına yol açan, öte yandan Rusya’nın bile ancak kötü bir şaka olarak değerlendirdiği ciddiyetsiz bir üslupla Şangay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) üye alınmamız konusu sürekli ve yerli yersiz gündeme getirildi. Üye ülkelerinin demokrasi, hukuk, hak ve özgürlüklere dair performansının tüm indekslerde yerlerde süründüğü ŞİÖ’ya girmek için çırpınan bir Türkiye fotoğrafı verir hale gelmiş olmak bile aslında fazlaca söze ihtiyaç bırakmıyor.
İçerideki otoriterleşmeye, demokratik hassasiyetlerden, şeffaflıktan, hesap verebilirlikten, demokratik denetimden uzaklaşmaya uygun düşecek şekilde dış politikada yeni arayışlara sapmanın Türkiye için bedeli doğal olarak ağır oldu. İçinde bulunduğumuz hafta içerisinde hem TESEV’in hem de Kadir Has Üniversitesi’nin izlenen dış politika konusunda oluşan algılara dair yayınladığı raporlar geldiğimiz durumu açıkça gözler önüne seriyor. İç siyasette demokrasiden uzaklaştırıcı bir yanlış istikamete girmenin, dış politikada bu istikamete uygun tuhaf arayışlar sergilemenin daha ağır bedellerini belli ki millet olarak hep birlikte ödeyeceğiz.
TESEV’in hazırladığı “Ortadoğu’da Türkiye Algısı 2013 Raporu”, Türkiye’nin son yıllarda bütün diplomatik ve politik sermayesini yatırdığı Ortadoğu’da, son iki yılda izlediği politikalar yüzünden popülaritesini ve olumlu algısını hızla kaybettiğini ortaya koydu. Rapor Mısır ve Suriye başta olmak üzere Ortadoğu’daki politik tercihleri nedeniyle Türkiye’nin bölgenin en sevilen ülkesi olma özelliğini maalesef kaybettiğini gösterdi. Araştırmanın gerçekleştirildiği Ortadoğu’nun 16 ülkesinde Türkiye’ye yönelik olumlu yaklaşım 2011 yılında yüzde 78, 2012 yılında yüzde 69 iken, bu yıl bu oran yüzde 59’a gerilemiş durumda. Türkiye’nin imajının geldiği noktadan daha endişe verici olan ise bu trendin iyice aşağıya doğru gitme ihtimalinin yüksek olması.
Bölge genelinde en sevilen ülkenin geçtiğimiz yıllarda olduğunun aksine artık Türkiye değil, sırasıyla Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan olması üzerinde ciddiyetle düşünmek gerekir. Açıkça anlaşılan o ki, demokratikleşme, sivilleşme, özgürlükler rotasından ve tevazudan sapıp kendisini tekebbüre ve otoriterleşmeye saldığı oranda Türkiye’nin olumlu imajı sadece Batılı başkentlerde zora girmiyor, Türkiye son derece iddialı olduğu Ortadoğu sokaklarında bile o eski cazibesini hızla yitiriyor.
Hükümetin içerideki demokratik yönelimden sapmaya paralel şekilde izlediği yanlış dış politikalara dair Türk halkının algısında da önemli değişiklikler yaşanıyor. Kadir Has Üniversitesi tarafından, Türkiye halkının dış politikaya bakışını ortaya koymak için yapılan kamuoyu araştırmasına göre, hükümetin izlediği dış politikayı başarılı bulan vatandaşların oranı 2012’de yüzde 34,7 iken 2013 yılında yüzde 25’e gerilemiş durumda. Türkiye’nin Ortadoğu’ya dönük politikasını başarılı bulanların oranı ise iki sene önce yüzde 37 iken bu oran bugün yüzde 26’ya ancak ulaşıyor.
Avrupa Birliği üyeliğine desteğin yüzde 47,5 olarak çıktığı ankette, AB üyeliğine alternatif olarak öne çıkan oluşumlar ise şöyle sıralanıyor: Türk Birliği yüzde 26, NATO-ABD ile işbirliği yüzde 12,8, İslam İşbirliği Örgütü’nün rolünün artırılması yüzde 12,6, Rusya ile stratejik işbirliği yüzde 12,3, Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üyelik yüzde 9.
Şimdi bütün bu tabloya baktığımızda herkesin gözleri önünde cereyan eden içerideki otoriterleşme eğiliminin tüm olumsuz sonuçlarının sadece iç siyaseti ilgilendirdiğini kim iddia edebilir ki?

For English: http://todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_333241_turkish-foreign-policy-falters-as-govt-grows-authoritarian-in-domestic-policy.html 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder