2013 büyük hercümerçlerin yaşandığı, açılan çok tartışmalı dosyaların kapanmayıp 2014 yılına devredildiği bir yıl oldu. “Türkiye’nin bölgesel liderliği” konusunda büyük heveslerle başlayan yıl, ülkenin kendi kısır iç tartışmalarına paralel olarak şeffaflık, demokrasi, temel hak ve özgürlükler konusunda görülmedik derinlikteki endişelerle kapandı. Başbakan Erdoğan’ın gemlenemeyen güçlü ve otoriter “tek adam”lık özlemi dolayısıyla Türk-tipi başkanlık sistemi arayışlarıyla girilen 2013 yılı, Erdoğan’ın mevcut yetkileriyle de olsa cumhurbaşkanlığı için yarışabilmesinin bile tartışmalı hale geldiği bir Türkiye’yi yeni yıla bıraktı.
Kısaca özetlemek gerekirse, içeride otoriter eğilimlerin yükseldiği
oranda bölgesel liderlik hedeflerinin tuzla buz olması, terör örgütü PKK ile
müzakerelerle yürütülen çözüm süreci, hükümetin tercih ettiği müdahale şekliyle
Türkiye’nin imajını yerle bir eden Gezi Parkı olayları, özel dershanelerin
kapatılması tartışması ve son olarak yolsuzluk/rüşvet tartışmalarıyla koca bir
yılı geride bıraktık. 2013’ün son günlerine damgasını vuran ve şimdilik adı
iddialara karışan üç bakanın istifasına yol açan yolsuzluk ve rüşvet skandalların
eşliğinde “paralel devlet”, “devlet içerisinde otonom yapı”, “polis çetesi” ve “yargı
çetesi” gibi delilsiz iddia ve suçlamalar ise başta başbakan olmak üzere
hükümet çevreleri tarafından havalarda uçuşturuldu.
Peki bu iddialar ne kadar doğruydu? Delilleri neydi? Madem bu türden bir
paralel yapılanma, otonom yapı ve çeteleşme vardı da 11 yıldır iktidarda olan
AKP hükümeti uyuyor muydu? Yoksa bu iddialar mensupları ya da yakınları yolsuzluk
ve rüşvet skandallarıyla suçüstü yakalanan bir iktidarın tek suçları
görevlerini yapmak olan masum insanları itham ederek ortalığı karıştırma ve
asıl rezaletin üstünü örtme çabaları mıydı? Bunlara dair tartışmalar sona
ermedi ve belli ki 2014 yılında da devam edecek. Ama ben bu yazıda asıl başka
bir “paralel” olgudan bahsetmeyi düşünüyorum. Tüm belirtileriyle açık seçik ortaya
çıkan bir “paralel hukuk”un bu ülkede nasıl kendisine yer bulabildiğini
anlatmaya çalışacağım.
Tüm vatandaşlar için geçerli olan hukuk kurallarınca suç kabul edilen
temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, mahremiyetin ihlali, özel yaşama
müdahale, çoğunluğun yararı için bile olsa azınlık gruplarının ezilmesi ya da
yok edilmesi gibi eylemler; yine en ilkel hukuk sistemlerinde bile suç kabul
edilen rüşvet, haraç ya da yolsuzlukların bu “paralel hukuk” sayesinde bazı iktidar
çevrelerince meşrulaştırılması gibi garip bir durumla karşı karşıyayız.
Peki sözünü ettiğimiz bu “paralel hukuk” nasıl tesis ediliyor ve nasıl
uygulanıyor? Eminim ki pek çok kişinin canını sıkacak yazımızın konusu da bu
zaten.
Bunu anlayabilmek için Türkiye’de İslam hukuku (fıkıh) konusunda otorite
kabul edilerek toplum ve iktidar çevrelerinde kendisine büyük saygı duyulan ilahiyat
profesörü Hayrettin Karaman’ın yazılarına şöyle bir bakmak yeterli. Karaman
Hoca’nın sadece Yeni Şafak’taki yazıları bile, demokratik hukuk devletlerine
pek yakışmayan son dönemdeki bazı tartışmaların kaynağını gösterir niteliktedir.
Karaman Hoca’nın hükümet ve başbakan üzerindeki etkisinin ise, saygı
düzeyini çoktan aşarak, iktidarın yaklaşımlarını ve icraatlarını etkileyebildiğini
rahatlıkla söyleyebiliriz. Karaman Hoca da zaten bunu dolaylı şekilde ikrar
ediyor: “Benden hükümet fetva filan almıyor, Türkiye fetvaya göre yönetilen bir
‘İslam cumhuriyeti’ değil, laik demokratik anayasa ve kanunlara göre yönetilen
bir ülke… İhtisas alanım ‘Fıkıh’ olduğu için fıkıh penceresinden yazdığım
yazıları, bana güvenen bir kısım Müslümanlar fetva gibi algılar ve uygularlarsa
buna da kimsenin bir itirazı olamaz.” (Yeni
Şafak, 29 Kasım 2013.) Soru şu ki, bu bir kısım Müslümanlar arasında
Başbakan, bakanlar ve üst düzey bazı bürokratlar da yer alıyor olabilir mi?
Tartışmalara yol açan bazı icraatlar öyle olduğuna dair işaretlerle dolu.
Malumunuz demokratik ve özgürlükçü hukuk devletlerinde vatandaşlar
başkalarına zarar vermedikleri müddetçe özel hayatlarında sonuna kadar özgürdür.
Mahremleri hiç kimse tarafından didiklenemez, denetlenemez ve özel yaşam
alanlarına girilemez. Çağdaş hukuk böyle dediği gibi İslam hukuku da özel
hayatı koruma altına almıştır. Peki Karaman Hoca’nın yorumunda durum nedir?
Kızlı-erkekli öğrenci evleri tartışması sırasında yazdıklarına ve hükümetin
yapmaya çalıştıklarına bakmak aydınlatıcı olacaktır. Malumunuz Başbakan Erdoğan
yetişkin üniversite öğrencilerinin çok azının tercih ettiği bu barınma şekline
savaş açmış ve Türkiye’de haftalarca sürecek bir gündem oluşturmuştu. Başbakan’ın
bu müdahaleci tarzının Karaman Hoca tarafından hemen dinen meşrulaştırıldığını
görmekteyiz.
Mesela
özel hayatın ve azınlık haklarının korunması konusunda Karaman Hoca demişti ki:
“Çoğunluğun istemediği, zararlı, çirkin, gayr-i meşru gördüğü bir davranışı,
bir uygulamayı, bir ilişkiyi hükümetler de kanun ve düzenlemelerle koruyamaz… Çoğunluğa
göre bu durum ahlaksızlık, rezillik, onursuzluk, ayıp, günah (zina), düşüklük…
olarak kabul ediliyorsa durum ne olacak? Ben söyleyeyim: Toplum (apartman,
mahalle, çevre…) buna tepki gösterecek, çirkin duruma bir şekilde müdahale
edecek, mahalle baskısı yapacaktır. Baskıya maruz kalanlar medyayı ve devlet
kurumlarını kullanarak yardım isteyecekler, medya karışacak, devlet kurumları
da baskıyı engelleme bakımından gevşek davranacaktır… Peki çare nedir? Bana
göre birinci çare, yüzde yüze yakını Müslüman olan bu toplumda ‘İslam’ı temel
referans alan bir demokratik düzen’dir. Liberal demokraside ısrar edilecekse hükümetlerin,
bu rejime ters düşen devlet davranışlarına teşebbüs etmemesi, ama bireylerin,
muhtaç oldukları çoğunluğun hatırı için bazı özgürlüklerini ‘gönüllü olarak’
kullanmamalarıdır. İnadına kullanırlarsa en azından mahalle baskısı, değerleri
çiğnenen çoğunluğun hakkı olur.” (Yeni
Şafak, 8 Kasım 2013.) Yine tek soru: Karaman Hoca’nın bu tavsiyesini
Müslümanların azınlıkta olduğu Avrupa ülkeleri; Myanmar ve benzeri yerler için
de yapabilme ihtimali var mıdır?
“Eğer
bir evde nikahsız bir çift yaşıyorsa
veya kızlı erkekli öğrenciler birlikte kalıyorlarsa yahut da bir evde ülke için
tehlikeli olan bazı faaliyetlerin yapıldığı konusunda ciddi şüpheler varsa
İslam’a göre devlet bu evi denetler, basar, gayr-i meşru olan fiilleri
engeller, failleri cezalandırır. (Yeni
Şafak, 10 Kasım 2013)
Çoğunlukçu
demokrasi hakkında Karaman Hoca demişti ki: …Çok partili demokrasilerde iktidara
gelmenin tek aracı sandıktır, oydur. Büyük çoğunluğun istemediği bir şeyi yapan
iktidarların bir sonraki seçimde oy, hatta iktidarı kaybetme ihtimali kesine
yakındır. Bu sebeple de hükümetler (devlet) mesela kürtajı serbest bırakma,
eşcinsellerin evlenmesini meşrulaştırma gibi adımları atmayı istemez. …Ha, ‘bu
böyle olmasın, bireysel hak ve özgürlükler çoğunluğa rağmen verilsin ve
korunsun, çoğunluk azınlığa ve bireye ahlak dayatmasın...’ diyenler olabilir,
onları da kimsenin engellediği yok, herkes diyeceğini diyor, ben de diyeceğimi
diyorum.” (Yeni Şafak, 15 Kasım 2013)
Ama Karaman Hoca’nın dedikleri bir şekilde hükümet icraatına dönüşüyor.
“Hürriyete dayanarak çoğunluğun dini ve ahlaki değerlerini hiçe sayan,
bunlara saygı göstermeyen, alenen çiğneyen kimseler yaptıklarının sonucuna da
katlanmak durumunda kalırlar… İşte bunlar olmasın diye -sınırlama mevzuatta
bulunsun bulunmasın- sosyal hayat hürriyete sınır getirir, hür kimseler kendi
iradeleriyle hürriyetlerini sonuna kadar kullanmazlar.” (Yeni Şafak, 20 Aralık 2013)
Hizmet Hareketi’nin düşmanlaştırılarak hedefe konma tartışmalarının
yoğunlaştığı günlerde ise Karaman Hoca demiştir ki: “Mecellemizin 26. Maddesi
şöyle der: ‘Zarar-ı âmmı def'içün zarar-ı hâss ihtiyor olunur’. Gençler de
anlasın diye günün diline çevirelim: Kamuya (ve bu arada ümmete) ait zararı
önlemek için bir şahıs, bölge veya gruba ait zarar göze alınır, sineye çekilir.”
(Yeni Şafak, 19 Aralık 2013.) Bu bir “gönül
rahatlığı içerisinde yok edebilirsiniz” demek değil de nedir?
Halk Bank Genel Müdürü’nün İHL ve üniversite için bağış olduğunu iddia
ettiği evinde ayakkabı kutuları içerisinde bulunan 4,5 milyon dolara dair tartışmalar
sürerken Karaman Hoca şunları yazmıştır: “Şimdi Müslümanların daha hür, daha
rahat oldukları bir zamanda hayır kurumlarına ve din hizmetine ait yapılara
yapılan yardımların mesele yapılması, bunlara ayrılmış olduğunu ilgililerin
onayladıkları ve tanıklık ettikleri meblağlara, ‘mal bulmuş mağribî gibi’ el
koymaları, verenleri ve aracılık edenleri sahtekarlık ve hırsızlıkla
suçlamaları düşündürücüdür. Toplamada, bir yerde korumada, aktarmada, kayıtta
usulsüzlükler olabilir, kimse ‘bunlar oluversin’ demez, ama usul hatası
başkadır, hayır ve hizmet sahiplerini bin pişman hale getirecek kötü muamele
başkadır.” (Yeni Şafak, 29 Aralık 2013.)
Böylece ne olmuş oluyor, evinde 4,5 milyon dolar bulunan kamu bankası müdürü “tertemiz
bir hayırsever” olmuş oluyor.
Dolaylı rüşvet sayılabilecek uygulamalar hakkında yine Karaman Hoca
demişti ki: “Bana o değil ama birçok kişi, ‘Devletten veya belediyelerden haklı
ve meşru olarak ihale alıp istifade ve kâr eden kimseleri, yardımda bulunsunlar
diye hayır kurumlarına yönlendirsek bunda bir sakınca var mıdır?’ diye
sordular. Buna verdiğim cevap şudur: Hayır işlesin diye teşvik ve sevk ettiğiniz
kimseler Müslüman iseler ve siz istemeseniz bu yardımı yapmayacak idiyseler
ve/veya bir daha iş ve ihale alamam diye bu yardımı yaparlarsa bundan ecir
(sevap) alamazlar. Ama kayıtlı ve şeffaf olmaları şartıyla hayır kurumları bundan
istifade edebilirler; çünkü onların bir zorlamaları ve baskıları söz konusu
değildir, verenin de baskı altında verdiği bilgisine sahip değillerdir. Bir
yerlere yardım edecek diye bir kimseye ‘layık, ehil, en iyisi, en hesaplısı,
kamu için en yararlısı olmadığı halde’ ihale verilirse yapılan ihanet olur ve
elbette caiz olmaz.” (Yeni Şafak, 27
Aralık 2013.) Belli ki bu fetva yaygın şekilde ve iyice yanlış yorumlanarak
uygulanıyor. Oysa Karaman Hoca rahatlıkla kamu ihaleleriyle, iş adamlarının hayır
işlerini bu ihalenin verilmesinde yetki sahiplerinin yönlendirmesinden tamamen
ayırabilirdi.
Yolsuzluk ve rüşvet skandalının ortaya çıkması sonrasında muhalifleri
nasıl gördüğüne dair Karaman Hoca’nın yazısından: “Gezi kalkışmasını ve
benzerlerini tezgahlayan yapılar da millet-devlet düşmanlarıdır. Devletini ve
milletini sevenlerin bunlara destek vermesi düşünülemez. Şimdi de derin
yapıların bütün silahlarını üzerine çevirdikleri bir Erdoğanımız var; duam onu
ve namuslu çevresini Allah’ın koruması, tavsiyem ise milletini, mukaddesatını
seven herkesin bu korumaya vasıta ve yardımcı olmasıdır.” (Yeni Şafak, 22 Aralık 2013.)
Bu ülkede görünürde elbette anayasa, ceza hukuku, temel hak ve
özgürlükleri esas alan evrensel hukuk ilkeleri var. Ama sanki bir de böyle pek görülmeyen
ama herkesin hayatını etkileyen bir “paralel hukuk” var.
Mutlu yıllar…