Demokrasi kimin içindir?
Hukukun üstünlüğünün egemen olduğu tam teşekküllü bir demokrasi en çok kimin işine
gelir, kimlere yarar? Eğitim ve refah seviyesi açısından tam olarak gelişmemiş
bir ülkede farklı toplumsal kesimlerden oluşan ve doğal olarak farklı
beklentileri olan gruplardan müteşekkil sürdürülebilir bir demokrasi kurmak ne
kadar mümkündür, işlevseldir?
Adil gelir
paylaşımının sağlandığı, gelişmişlik ve refah seviyesi yüksek, eğitimli bir toplum kendi hak
ve özgürlüklerinin en büyük teminatının başkalarının hukukuna, özgürlük ve
haklarına saygı gösterilmesi olduğunu bilir. Oysa bu saygının ve empati duygusunun
yeterince olgunlaşmadığı bizim gibi her açıdan sorunlu ve fragmante toplumlarda ise demokrasinin
seçim sandığı gibi olmazsa olmaz bazı araçları demokrasi kültüründen nasipsiz
bazılarının sınır tanımaz siyasal hırslarının basit ve bayağı araçlarına
dönüşebilir. Bunlar, güçler ayrılığına dayalı anayasal sistemi, temel insan hak
ve özgürlüklerini esas alan evrensel ilkeleri ve en basit demokratik kuralları bile
hükmetme şehvetlerinin önünde birer büyük engel olarak görürler. Seçim
sandığını daha fazla güce ve tahakküm imkanına bir erişme aracı olarak gören
bazıları için ise demokrasi “hedefe ulaşmak için binilecek ve uygun durakta
inilecek olan bir tramvay”dan ibarettir.
Oysa, hukukun
üstünlüğüyle, hukuk önünde eşitlikle, temel insan hak ve özgürlüklerine
hassasiyetle, evrensel demokratik kriterlere saygıyla taçlandırılmamış bir
seçim sandığı görkemli demokrasi sarayının ancak dış bahçe kapısı mesabesinde
bile değildir. Tıpkı görkemli bir sarayın dış bahçe kapısı gibi elbette seçim
sandığı da önemlidir. Çünkü o kapıdan geçmeden demokrasi sarayına ulaşmanız da,
o sarayda demokrasinin keyfini sürmeniz de mümkün olamaz. Ancak,şayet, o
kocaman bahçe içerisindeki o önemli kapıdan geçtikten sonra vardığınızı
düşündüğünüz görkemli sarayla aranıza aşılmaz hukuksuzluk duvarları inşa
edilmişse, incelikle kamufle edilmiş derin keyfilik çukurları kazılmışsa, her
köşesinden malınıza, canınıza, izzetinize saldıran haramiler gizlenmişse ciddi
bir sorunla karşı karşıyasınız demektir. Kabul etmelisiniz ki böyle bir durumda
seçim sandığı denen o büyük kapıdan demokrasi bahçesine girmiş olsanız da bahçenin
ortasında keyfini süreceğiniz görkemli saraya ulaşmanız hoyratça engellenmiştir.
Türkiye son yıllarda
işte böyle bir trajik durum yaşıyor. Her yeni gün bu ülkeye seçim sandığını sadece
bir güç devşirme aracına dönüştürenlerin hukuk dışı, etik dışı ve demokrasi dışı baskıcı
yeni bir hamlesinin sevimsiz sürpriziyle geliyor. Mesela, hak-hukuk tanımadan yargı
erkini tarumar ediyorlar, bağımsızlığını ve tarafsızlığını hiçe sayıp yargıyı
tamamen denetimleri altına alıyorlar, büyük bir anayasal suç olduğuna bakmaksızın
önceden fişledikleri belli olan binlerce kamu görevlisine korkunç bir yargısız
infaza tabi tutarak oradan oraya sürüp duruyorlar. Farklı toplumsal kesimleri
en korkunç suçlarla itham ediyorlar. İnsanların ve sivil toplum
gruplarının onurlarıyla, şerefeleriyle umarsızca oynuyorlar. İnsanları aşağılıyor,
ötekileştiriyor, düşmanlaştırıyor ve şeytanlaştırıyorlar. Görülmedik, duyulmadık en galiz nefret söylemlerine
tevessül ederek en bariz nefret suçlarını durmaksızın işliyorlar.
Bunlar sadece söylem
boyutunda da kalmıyor. Yapıp ettikleriyle Türkiye adım adım açık bir demokratik
toplumdan paranoyak, sansürcü ve yasakçı kapalı bir rejime, hak ve özgürlüklerin mumla aranacağı bir açık hava hapishanesine doğru koşar adım yol
alıyor. İç ve dış kamuoyundan yükselen çok büyük tepkilere rağmen Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül tarafından onaylanan yasakçı, sansürcü, özel hayata müdahaleci
İnternet yasası; onayı için yine Cumhurbaşkanı’nın masasında bekleyen ve yargıyı doğrudan
yürütmenin bir sopasına dönüştürecek olan HSYK kanunu; ve Türkiye Cumhuriyeti’ni
demokratik bir hukuk devleti olmaktan çıkararak resmen ve fiilen bir Muhaberat
Devleti’ne dönüştürecek olan yeni MİT yasa tasarısı bu konudaki kötü gidişatın
hızlanarak artacağının, sadece artmakla kalmayıp kurumsallaşacağının da açık
delillerini oluşturuyor.
Söylemeye bilmem gerek
var mı, demokrasi ve hukuk bütün ülkelerde yaşayan halklar için bir nimet ve
gereklilik. Ama acaba aynısını o ülkeyle iş yapan dış güçler ve yabancı ülkeler
için de söylemek doğru olabilir mi? Keşke bunu diyebilsek. Ama maalesef
diyemiyoruz. Bunu diyemememize sebep olan geçmişte ve halen devam eden pek çok
örnek bulunuyor. Mesela, Soğuk Savaş koşullarında İran Şahı Batı’yla
ilişkilerini geliştirip, onlar için ülkesini güvenilir bir enerji tedarikçisi
ve çok karlı bir pazar olarak tuttuğu müddetçe; ve komünizme karşı bölgesel
güvenlikte etkin oluğu oranda içeride kendi halkına karşı istediği kadar hak ve
hukuk ihlallerinde bulunabilmiş ve görülmedik zulümlere imza atabilmişti. Doğrusu
“kullanışlı despot” modeli için Şah çok iyi bir örnekti. Ama akıbeti hem
kendisi hem de içeride ne yapıp ettiğini fazla umursamayan kullanıcıları için hiç
de hayırlı ve faydalı olmadı. İran’ın sosyo-politik kimyası tamamen bozuldu ve
1979’da bir zulüm sisteminden bir diğerine savruldu.
Aynısını Mısır’da da
görüyoruz. Cemal Abdül Nasır’ın iktidarı ele geçirmesiyle, her ne kadar
Bağlantısızlar Grubu üyesi olsa da, fiilen Sovyetlere yanaşan Mısır’da halkın
demokrasi, hukuk ve özgürlük ihtiyacı kimsenin umurunda olmamıştı. İsrail’le
imzalanan 1979 Camp David anlaşması sonrası giderek Batı’ya yanaşmayı takiben de bir şey değişmemişti. Gerek Enver Sedat, gerekse Hüsnü Mübarek dönemlerinde
İsrail’in güvenliğini tehdit etmediği, Batı’nın çıkarlarını gözettiği oranda
Sedat ve Mübarek’in Mısır’da kendi halkına ne yaptığı kimsenin pek umurunda
olmamıştı. Bu diktatörler bazı güçler için "kullanışlı despotlar" olarak
vazifelerini yerine getirdikleri müddetçe Mısır’da halkın demokrasi arzusu,
hukuk, özgürlük ve refah beklentisi ikincil, üçüncül meselelere dönüşmüştü. Ne acıdır
ki, Muhammed Mursi’nin beceriksizlikler ve demokratik yetersizliklerle dolu bir
yıllık tecrübesine asla kabul edilemez bir kanlı askeri darbeyle son veren General
Sisi de bugün “kullanışlı despot” modelinin yaşayan bir örneği durumunda.
Suudi Arabistan ve anti-demokratik
diğer Arap monarşilerinde ve bölgedeki dikta rejimlerinde sanki durum çok mu
farklı? Herbiri birer kullanışlı despot olan Arap kralları ve şeyhlerinin kendi halklarına nasıl muamele ettikleri, onlara refah, demokrasi, hak ve
özgürlüklerden ne kadarını layık gördükleri kimin umurunda? Petrol ve doğalgaz
akışı sürdüğü, bu kaynaklardan kazanılan yüz milyarlarca dolar Batılı finans
sisteminde dolaştığı müddetçe Arap ülkeleri ister krallık, ister şeyhlik adı
altında baskıcı tiranlar tarafından yönetilmiş, halklar en temel hak ve
özgürlüklerinden mahrum bırakılmış kimin umurunda?
Öte yandan, İran’a karşı işlev
gördüğü müddetçe Saddam Hüseyin’in nasıl da başarılı bir kullanışlı despot
olduğunu hatırlamayanımız mı var? Kürtler, Türkmenler ve Şiiler üzerinde tam
bir baskı ve zulüm rejimi kuran Saddam’ın uzun süre sadece bölgedeki diğer kullanışlı
despotların değil, Batılı demokrasilerin bile sevgilisi olması basit bir
tesadüf müydü? Şiilerin, Türkmenlerin ve Kürtlerin çektikleri acılar kimin
umurunda oldu? Ya peki bugün! Aynı trajik durum alabildiğine mezhepçi bir
diktatörlük haline gelen Nuri el-Maliki rejimi için de geçerli değil mi? Saddam’ın
bir nevi Şii versiyonu olan Maliki’nin tüm etnik ve inanç gruplarını dışlayan,
baskılayan yönetim tarzı başta Washington tarafından olmak üzere kutsanıp
durmuyor mu? Despotluğu kullanışlı olduğu müddetçe Maliki’nin ülke içinde kime
ne yaptığı, çoğulcu ve katılımcı bir demokrasi mi yoksa tam teşekküllü bir
mezhepçi diktatörlük mü kurduğunu umursayan mı var?
Ya peki Türkiye!.. Geçtiğimiz
on yılda Avrupa Birliği (AB) üyelik süreci ve müzakereleri için demokratikleşerek gerçek bir
hukuk devleti olma yolunda çok önemli reformlar yapan Türkiye’nin sürdürülebilir
bir demokrasi ve sağlam bir hukuk devletine sahip olması çok mu umursanıyor sizce? Bu
güçlerin çıkarlarını gözettiği müddetçe Türkiye’nin kaderi de bir kullanışlı
despotun ellerine kolayca teslim edilebilir mi? Ticari ve ekonomik çıkarlarıyla
uyumlu kaldığı, Kıbrıs, Suriye, Irak, İsrail ve PKK konularında kendilerini
tatmin edecek radikal adımlar atığı oranda müttefiklerimizin, demokratikleşme
yolunda çok acılar çekmiş bu ülkede yarım yamalak demokrasimizin ve zaten
sıkıntılı olan hukuk devletinin tamamen askıya alınarak bir kullanışlı despotluğun
inşa sürecine sessiz kalıp, bu anti-demokratik sürece zımnen destek vermeleri
mümkün olabilir mi?
AB üyesi ülkelerin
başkentlerinden olmasa bile AB kurumlarının temsilcilerinden gelen net mesajlar bu konuda
şimdilik umutlarımızı korumamızı telkin ediyor. Ya peki dünyaya demokrasi
modeli olmakla övünen ABD? İslam ile demokrasi ve laikliği mecz etme
gibi eşsiz tecrübesiyle tarihsel ve stratejik bir müttefikinin bütün demokratik
değerlerden kopup keyfi bir rejime dönüşmesine razı olabilir mi? Ya da başka
ülkelerle geliştirdiği ilişkiler sisteminde çokça örneğini gördüğümüz bir
kullanışlı despotluk sisteminin daha kolay yönetilebilir bir ilişki tesisine
imkan verdiği düşüncesi baskın gelebilir mi?
Çarşamba günü 80 kadar Kongre üyesi ve Amerikalı fikir önderinin Barack Obama yönetimine gönderdiği uyarıcı mektup ve Obama’nın Başbakan Erdoğan’a telefonda ifade ettiği uyarılar bu ülkenin genel gidişattan endişe duyan insanlarına hala umut telkin ediyor. Sürecin bu minval üzere devam edip etmeyeceğini, bu ümitleri koruyarak, hep birlikte bekleyip göreceğiz.
For English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_340009_useful-despots.html
Çarşamba günü 80 kadar Kongre üyesi ve Amerikalı fikir önderinin Barack Obama yönetimine gönderdiği uyarıcı mektup ve Obama’nın Başbakan Erdoğan’a telefonda ifade ettiği uyarılar bu ülkenin genel gidişattan endişe duyan insanlarına hala umut telkin ediyor. Sürecin bu minval üzere devam edip etmeyeceğini, bu ümitleri koruyarak, hep birlikte bekleyip göreceğiz.
For English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_340009_useful-despots.html