18 Şubat 2014 Salı

‘Mübarek modeli’ne doğru!


Son iki ayda yaşananların kabataslak özetine şöyle bir baktığımızda yepyeni bir tabloyla karşı karşıya olduğumuzu anlamak için büyük bir dahi olmaya gerek yok. 17 Aralık’ta yapılan ve 25 Aralık’ta ise yapılması engellenen yolsuzluk ve rüşvet operasyonları sonrası ortaya saçılan bilgi ve belgelerde dudak uçuklatan iddialar bulunuyor. Normal bir demokratik hukuk devletinde hükümetin yüzlerce defa topyekün istifasına yol açabilecek bu devasa skandallara rağmen Erdoğan hükümeti halen iktidarda kalmayı sürdürüyor. Neresinden bakarsanız bakın demokratik değerler, en temel hukuk kuralları ve en sıradan etik ilkeler açısından tevili zor bir durumla karşı karşıya bulunuyoruz.
Oysa, Türkiye’nin finansal sistemine dahil edilen İran’ın yarı-legal on milyarlarca dolarının hem finansal sistemimizi nasıl zehirlediği, hem de iktidardaki siyasal eliti nasıl yozlaştırdığı bir yana, Başbakan Erdoğan’ın bizzat kendisinin ve en yakınlarının bile adının geçtiği dudak uçuklatıcı yolsuzluk, rüşvet ve nüfuz istismarı skandallarının onlarca kez hükümeti istifaya zorlaması gerekirdi. Şayet Türkiye hesap veren bir hükümetin bulunduğu gerçek bir demokratik hukuk devleti olmuş olsaydı, adı bu skandallara doğrudan ya da dolaylı karışmış hükümet üyelerinin derhal istifa ederek, yargı önünde aklanmalarını sağlayacak süreçlere tabi olmaları icap ederdi.
Uluslararası yaptırımlar altında bunalan İran’ın, Reza Zarrab gibi özel ajanlar üzerinden Türkiye finans sistemini kullanarak dolaşıma soktuğu milyarlarca dolarlık gri/kara sermayeye eli değen herkesin bugün yargı önünde hesap vermesi gerekirken, maalesef tam tersi oluyor. Aynı zamanda bir milli güvenlik meselesi niteliğinde olan bu uluslararası skandalları ortaya çıkaran savcılar ve polisler hedef haline getirilmiş bulunuyor. Bir başka ülkenin çıkarlarına hizmet ederken, şahısları için de on milyonlarca dolarlık rüşvet ve haksız kazanç sağlayanlar, bir de utanmadan başkalarını ihanetle, işbirlikçilikle, dış güçlerin taşeronu olmakla ve casuslukla suçlayabiliyorlar. 29 yaşındaki bir İranlı işadamının yasal olmayan bazı çıkarlarını korumak için “Abicim sen rahat ol. Vallahi öyle bir şey varsa, senin önüne ben yatarım ya!” diyebilen bir eski İçişleri Bakanı’nın büyük bir yüzsüzlük örneği sergileyerek utanmadan, sıkılmadan hala halkın karşısına çıkarak seçim propagandası yapabildiği garip bir ülke oldu Türkiye.
İstanbul’a 3. köprü, 3. havalimanı gibi köprüler, otoyollar, demiryolları ve benzeri devasa kamu ihalelerinin verildiği AKP çevresinden iş adamalarının mafyatik baskılarla oluşturdukları illegal para havuzlarını pervasızca kullanan hükümetin nasıl bir medya mühendisliğine soyunduğunu artık kamuoyu yakından biliyor. Bununla yetinmeyip tek tek gazetecilerin işten atılması için Başbakan Erdoğan’ın veya yakın çevresinden Yalçın Akdoğan gibi isimlerin nasıl etkin olduğu da gün be gün netlik kazanıyor. Hasan Cemal, Derya Sazak, Can Dündar gibi işini kaybetmiş gazetecilerin ve hala görevde olan Fatih Altaylı’nın bu konuda söyleyip yazdıkları bile bir kanaat oluşturmaya fazlasıyla yeter. Üstelik hükümetin mikro düzeydeki medya mühendisliğinin örnekleri bundan da ibaret değildir.
Mahkeme kararıyla yapılan ve yargısal süreç tökezletildiği için ortalığa saçılan yasal dinlemelere takılan Başbakan Erdoğan’ın medyaya merakının yurtdışında bir resmi ziyaretteyken bile telefon açıp bir televizyonun altyazısına müdahale edecek düzeyde olduğunu da artık herkes biliyor. “Alo Fatih” jargonuyla artık tarihi ve tarjik bir ironi malzemesine dönüşen Başbakan Erdoğan ve yakın çevresindekilerin medyaya müdahaleleriyle muhalif siyasetçilerin seslerinin duyurulması engelleniyor, muhabirlere, sayfa tasarımcılarına varıncaya kadar medya sektöründe çalışanlar işlerinden edilebiliyorlar. Türkiye’nin AKP iktidarları döneminde aşama aşama basın özgürlüğü konusunda nasıl dünyanın en berbat ülkelerinden biri haline geldiğini ise en iyi Freedom House, Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF), Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ) gibi uluslararası kuruluşların muteber raporları gösteriyor.
Basın ve ifade özgürlüğü alanında hal bu iken uzun ve zorlu mücadeleler neticesinde Türk halkının elde ettiği bireysel hak ve özgürlükler alanındaki kazanımlar da tek tek geri alınıyor. Kullanılan bütçe üzerinden hükümetin icraatlarını denetlemekle yükümlü olan Sayıştay birkaç yıldır resmen işini yapamaz hale getirilmiş durumda. Kendisi dışındaki herhangi bir resmi ya da sivil güce tahammülü olmayan Başbakan Erdoğan, son HSYK yasasıyla 2010 referandumunda yüzde 58’in destek verdiği demokratik yargı kazanımını da geriye almış bulunuyor. Öyle ki, anayasa hukukçuları Cumhurbaşkanı Gül tarafından onaylanması durumunda bu düzenlemenin yargıyı 12 Eylül 1980 darbe döneminin bile gerisine götüreceğini ve yargıyı yürütmenin bir aygıtı haline getireceğini söyleyip duruyor. AB, Avrupa Konseyi, AGİT, Venedik Komisyonu ve benzeri uluslararası örgütler de yapılanın nasıl bir felaket olduğuna dair uyarı üstüne uyarı yapıyor. Ama dinleyen, kulak asan kim?
Bir taraftan gazete ve televizyonların önemli bir kısmı doğrudan hükümet kontrolüne alınırken, bir kısmı üzerinde de görülmedik baskılar kuruluyor. Farklı bir görüşün ya da yaklaşımın geniş halk kitlelerine erişimini engellemek için ancak adı resmen konulmuş diktatörlüklerde görülebilecek yöntemlere başvuruluyor. Tüm baskıcı rejimlerde olduğu gibi konvansiyonel medyanın sesinin kısıldığı oranda internet ve sosyal medya alternatif bir iletişim ve etkileşim mecrasına dönüşüyor. İşte bu yüzden Erdoğan Hükümeti, internet ve sosyal medya mecralarını da tamamen kontrolü altına alacak, mahkeme kararı olmaksızın bir bürokratik yapının kararıyla 4 saat içerisinde her türlü yayını durdurabilecek bir yasal düzenleme yapmış bulunuyor. Bu yasa da yurtiçinden fikir ve ifade özgürlüğüne duyarlı demokrat çevrelerden ve dışardan da uluslararası örgütlerden yoğun eleştiri alıyor. Ama duyan kim, dinleyen kim?
Bütün bunlar olurken, tavrını oldum olası özgürlüklerden, insan haklarından, demokrasiden, devletin şeffaflaşmasından, hesap verir hale getirilmesinden, AB üyeliğinden, küresel sistemle entegrasyondan yana koymuş olan Türkiye’nin en geniş katılımlı sivil toplum oluşumu olan Hizmet Hareketi, hükümet tarafından hedefe konuyor. Doğrudan ya da dolaylı pek çok suçlama yönelten hükümet, bir taraftan siyasal İslamcı vizyonunun gereği olan totaliter/otoriter bir sistemin taşlarını döşerken, bir taraftan da bu konuda en önemli engellerden biri olarak gördüğü Hizmet Hareketi’ni tamamen tasfiye etmeye çabalıyor. Bunları yaparken de, Bank Asya’yı batırma girişiminde olduğu gibi, ne ahlak, ne hukuk ne de insaf tanıyor. Böylece Başbakan ve yakın çevresinin de adının karıştığı Türkiye Cumhuriyeti tarihinin  en büyük yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet ve haksız kazanç skandallarından dikkatler başka yöne çekiliyor ve bu skandalların üstü örtülmeye çabalanıyor.
Peki tüm bunların başlıktaki “Mübarek modeli” ile ne alakası bulunuyor? Onu da müsaadenizle açıklamaya çalışayım. Sandıktan aldığı güçle iktidarını koruyan Başbakan Erdoğan’ın son yıllardaki pek çok eylem ve icraatı ne yazık ki demokrasiyle, hukuk devletinin temel ilkeleriyle, temel insan hak ve özgürlükleriyle bağdaşmıyor. Her geçen gün baskı ve yasakçılık ülkemizde güç ve zemin kazanıyor. Ama o da ne! Tam da bunlar oluyorken gerek terör örgütü PKK ile yürütülen süreç, gerekse Kıbrıs’ta Batılı güçleri tatmin edebilecek önemli adımlar atılıyor. Önümüzdeki yakın dönemde bu adımlara ekonomik açıdan zaten yolunda olan İsrail ile sorunlu siyasi ve diplomatik ilişkilerin düzeltilerek güçlendirilmesi de eklenirse sakın kimse şaşırmasın. Böylece Başbakan Erdoğan ve hükümeti yabancı güçler açısından uyumlu, bu güçlerin bölgesel çıkarlarına duyarlı, kolayca iletişime geçilebilecek ve doğrudan etki edilebilecek kullanışlı bir yönetim haline gelebilir.
Tıpkı öncülü Enver Sedat gibi muhabberat devletine dayanan Hüsnü Mübarek’in de 32 yıllık diktatorya yönetimi boyunca yaptığı da bundan ibaret değil miydi? Mısır sistem olarak anayasal bir cumhuriyetti. Fiili durum tam tersi olsa da kağıt üzerinde hak da vardı, özgürlük de,  hukuk da. Üstelik periyodik seçimler de yapılıyordu. 1979’da imzalanan Camp David anlaşmasından itibaren İsrail’in güvenliği açısından faydalı pozisyonunu koruduğu, başta ABD olmak üzere Batı’nın çıkarlarını gözettiği müddetçe Mısır yönetiminin içeride vatandaşlarına ne yaptığı kimin umurunda oldu? İşte Erdoğan da belli ki aynı yolu izliyor. İçi boşaltılarak tamamen kendi hizmetine amade kılınmış anayasal sistem, hilelerin mümkün olduğu seçim sandığına indirgenmiş (Mübarek yüzde 90’lar civarında oy alırdı) bir demokrasi anlayışı, keyfi müdahalelerle patlatılmaya hazır mayınların döşendiği hukuk ve özgürlükler alanı hem görüntüyü kurtarabilir, hem de de her türlü otoriter-totaliter baskıya zemin oluşturabilir.  
İçerdeki basın ve ifade özgürlüğü üzerindeki ihlaller ve baskılar artıp, en temel hakların bile kısıtlandığı, hukukun yok sayıldığı ya da yargının hükümetin bir aracına dönüştüğü otoriterleşme süreci güç kazandıkça Kıbrıs, PKK, İsrail ve benzeri konularda Erdoğan Hükümeti’nin atacağı adımların nasıl bir seyir izleyeceğini daha yakından takip edin derim. Sonra demedi de demeyin!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder