Son iki ayda yaşananların kabataslak özetine şöyle bir baktığımızda yepyeni bir tabloyla karşı karşıya olduğumuzu anlamak için büyük bir dahi olmaya gerek yok. 17 Aralık’ta yapılan ve 25 Aralık’ta ise yapılması engellenen yolsuzluk ve rüşvet operasyonları sonrası ortaya saçılan bilgi ve belgelerde dudak uçuklatan iddialar bulunuyor. Normal bir demokratik hukuk devletinde hükümetin yüzlerce defa topyekün istifasına yol açabilecek bu devasa skandallara rağmen Erdoğan hükümeti halen iktidarda kalmayı sürdürüyor. Neresinden bakarsanız bakın demokratik değerler, en temel hukuk kuralları ve en sıradan etik ilkeler açısından tevili zor bir durumla karşı karşıya bulunuyoruz.
Oysa, Türkiye’nin finansal sistemine dahil
edilen İran’ın yarı-legal on milyarlarca dolarının hem finansal sistemimizi nasıl
zehirlediği, hem de iktidardaki siyasal eliti nasıl yozlaştırdığı bir yana, Başbakan
Erdoğan’ın bizzat kendisinin ve en yakınlarının bile adının geçtiği dudak
uçuklatıcı yolsuzluk, rüşvet ve nüfuz istismarı skandallarının onlarca kez
hükümeti istifaya zorlaması gerekirdi. Şayet Türkiye hesap veren bir hükümetin
bulunduğu gerçek bir demokratik hukuk devleti olmuş olsaydı, adı bu skandallara
doğrudan ya da dolaylı karışmış hükümet üyelerinin derhal istifa ederek, yargı
önünde aklanmalarını sağlayacak süreçlere tabi olmaları icap ederdi.
Uluslararası yaptırımlar altında bunalan İran’ın,
Reza Zarrab gibi özel ajanlar üzerinden Türkiye finans sistemini kullanarak dolaşıma
soktuğu milyarlarca dolarlık gri/kara sermayeye eli değen herkesin bugün yargı
önünde hesap vermesi gerekirken, maalesef tam tersi oluyor. Aynı zamanda bir milli
güvenlik meselesi niteliğinde olan bu uluslararası skandalları ortaya çıkaran
savcılar ve polisler hedef haline getirilmiş bulunuyor. Bir başka ülkenin
çıkarlarına hizmet ederken, şahısları için de on milyonlarca dolarlık rüşvet ve
haksız kazanç sağlayanlar, bir de utanmadan başkalarını ihanetle,
işbirlikçilikle, dış güçlerin taşeronu olmakla ve casuslukla suçlayabiliyorlar.
29
yaşındaki bir İranlı işadamının yasal olmayan bazı çıkarlarını korumak için “Abicim sen rahat ol. Vallahi öyle bir şey varsa, senin önüne ben
yatarım ya!” diyebilen bir eski İçişleri Bakanı’nın büyük bir yüzsüzlük örneği
sergileyerek utanmadan, sıkılmadan hala halkın karşısına çıkarak seçim
propagandası yapabildiği garip bir ülke oldu Türkiye.
İstanbul’a 3. köprü, 3. havalimanı gibi
köprüler, otoyollar, demiryolları ve benzeri devasa kamu ihalelerinin verildiği
AKP çevresinden iş adamalarının mafyatik baskılarla oluşturdukları illegal para
havuzlarını pervasızca kullanan hükümetin nasıl bir medya mühendisliğine soyunduğunu
artık kamuoyu yakından biliyor. Bununla yetinmeyip tek tek gazetecilerin işten
atılması için Başbakan Erdoğan’ın veya yakın çevresinden Yalçın Akdoğan gibi
isimlerin nasıl etkin olduğu da gün be gün netlik kazanıyor. Hasan Cemal, Derya
Sazak, Can Dündar gibi işini kaybetmiş gazetecilerin ve hala görevde olan Fatih
Altaylı’nın bu konuda söyleyip yazdıkları bile bir kanaat oluşturmaya
fazlasıyla yeter. Üstelik hükümetin mikro düzeydeki medya mühendisliğinin
örnekleri bundan da ibaret değildir.
Mahkeme kararıyla yapılan ve yargısal süreç
tökezletildiği için ortalığa saçılan yasal dinlemelere takılan Başbakan Erdoğan’ın
medyaya merakının yurtdışında bir resmi ziyaretteyken bile telefon açıp bir
televizyonun altyazısına müdahale edecek düzeyde olduğunu da artık herkes
biliyor. “Alo Fatih” jargonuyla artık tarihi ve tarjik bir ironi malzemesine
dönüşen Başbakan Erdoğan ve yakın çevresindekilerin medyaya müdahaleleriyle
muhalif siyasetçilerin seslerinin duyurulması engelleniyor, muhabirlere, sayfa
tasarımcılarına varıncaya kadar medya sektöründe çalışanlar işlerinden edilebiliyorlar.
Türkiye’nin AKP iktidarları döneminde aşama aşama basın özgürlüğü konusunda nasıl
dünyanın en berbat ülkelerinden biri haline geldiğini ise en iyi Freedom House,
Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF), Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ) gibi uluslararası
kuruluşların muteber raporları gösteriyor.
Basın ve ifade özgürlüğü alanında hal bu iken
uzun ve zorlu mücadeleler neticesinde Türk halkının elde ettiği bireysel hak ve
özgürlükler alanındaki kazanımlar da tek tek geri alınıyor. Kullanılan bütçe üzerinden
hükümetin icraatlarını denetlemekle yükümlü olan Sayıştay birkaç yıldır resmen
işini yapamaz hale getirilmiş durumda. Kendisi dışındaki herhangi bir resmi ya
da sivil güce tahammülü olmayan Başbakan Erdoğan, son HSYK yasasıyla 2010
referandumunda yüzde 58’in destek verdiği demokratik yargı kazanımını da geriye
almış bulunuyor. Öyle ki, anayasa hukukçuları Cumhurbaşkanı Gül tarafından
onaylanması durumunda bu düzenlemenin yargıyı 12 Eylül 1980 darbe döneminin
bile gerisine götüreceğini ve yargıyı yürütmenin bir aygıtı haline getireceğini
söyleyip duruyor. AB, Avrupa Konseyi, AGİT, Venedik Komisyonu ve benzeri uluslararası
örgütler de yapılanın nasıl bir felaket olduğuna dair uyarı üstüne uyarı
yapıyor. Ama dinleyen, kulak asan kim?
Bir taraftan gazete ve televizyonların önemli
bir kısmı doğrudan hükümet kontrolüne alınırken, bir kısmı üzerinde de
görülmedik baskılar kuruluyor. Farklı bir görüşün ya da yaklaşımın geniş halk
kitlelerine erişimini engellemek için ancak adı resmen konulmuş
diktatörlüklerde görülebilecek yöntemlere başvuruluyor. Tüm baskıcı rejimlerde
olduğu gibi konvansiyonel medyanın sesinin kısıldığı oranda internet ve sosyal
medya alternatif bir iletişim ve etkileşim mecrasına dönüşüyor. İşte bu yüzden
Erdoğan Hükümeti, internet ve sosyal medya mecralarını da tamamen kontrolü
altına alacak, mahkeme kararı olmaksızın bir bürokratik yapının kararıyla 4
saat içerisinde her türlü yayını durdurabilecek bir yasal düzenleme yapmış
bulunuyor. Bu yasa da yurtiçinden fikir ve ifade özgürlüğüne duyarlı demokrat
çevrelerden ve dışardan da uluslararası örgütlerden yoğun eleştiri alıyor. Ama
duyan kim, dinleyen kim?
Bütün bunlar olurken, tavrını oldum olası özgürlüklerden,
insan haklarından, demokrasiden, devletin şeffaflaşmasından, hesap verir hale
getirilmesinden, AB üyeliğinden, küresel sistemle entegrasyondan yana koymuş
olan Türkiye’nin en geniş katılımlı sivil toplum oluşumu olan Hizmet Hareketi,
hükümet tarafından hedefe konuyor. Doğrudan ya da dolaylı pek çok suçlama
yönelten hükümet, bir taraftan siyasal İslamcı vizyonunun gereği olan
totaliter/otoriter bir sistemin taşlarını döşerken, bir taraftan da bu konuda
en önemli engellerden biri olarak gördüğü Hizmet Hareketi’ni tamamen tasfiye
etmeye çabalıyor. Bunları yaparken de, Bank Asya’yı batırma girişiminde olduğu
gibi, ne ahlak, ne hukuk ne de insaf tanıyor. Böylece Başbakan ve yakın
çevresinin de adının karıştığı Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet ve
haksız kazanç skandallarından dikkatler başka yöne çekiliyor ve bu skandalların
üstü örtülmeye çabalanıyor.
Peki tüm bunların başlıktaki “Mübarek modeli”
ile ne alakası bulunuyor? Onu da müsaadenizle açıklamaya çalışayım. Sandıktan aldığı
güçle iktidarını koruyan Başbakan Erdoğan’ın son yıllardaki pek çok eylem ve
icraatı ne yazık ki demokrasiyle, hukuk devletinin temel ilkeleriyle, temel
insan hak ve özgürlükleriyle bağdaşmıyor. Her geçen gün baskı ve yasakçılık ülkemizde
güç ve zemin kazanıyor. Ama o da ne! Tam da bunlar oluyorken gerek terör örgütü
PKK ile yürütülen süreç, gerekse Kıbrıs’ta Batılı güçleri tatmin edebilecek
önemli adımlar atılıyor. Önümüzdeki yakın dönemde bu adımlara ekonomik açıdan
zaten yolunda olan İsrail ile sorunlu siyasi ve diplomatik ilişkilerin
düzeltilerek güçlendirilmesi de eklenirse sakın kimse şaşırmasın. Böylece Başbakan
Erdoğan ve hükümeti yabancı güçler açısından uyumlu, bu güçlerin bölgesel
çıkarlarına duyarlı, kolayca iletişime geçilebilecek ve doğrudan etki
edilebilecek kullanışlı bir yönetim haline gelebilir.
Tıpkı öncülü Enver Sedat gibi muhabberat devletine dayanan Hüsnü Mübarek’in
de 32 yıllık diktatorya yönetimi boyunca yaptığı da bundan ibaret değil miydi?
Mısır sistem olarak anayasal bir cumhuriyetti. Fiili durum tam tersi olsa da kağıt
üzerinde hak da vardı, özgürlük de, hukuk da. Üstelik periyodik seçimler de
yapılıyordu. 1979’da imzalanan Camp David anlaşmasından itibaren İsrail’in güvenliği
açısından faydalı pozisyonunu koruduğu, başta ABD olmak üzere Batı’nın
çıkarlarını gözettiği müddetçe Mısır yönetiminin içeride vatandaşlarına ne
yaptığı kimin umurunda oldu? İşte Erdoğan da belli ki aynı yolu izliyor. İçi
boşaltılarak tamamen kendi hizmetine amade kılınmış anayasal sistem, hilelerin
mümkün olduğu seçim sandığına indirgenmiş (Mübarek yüzde 90’lar civarında oy
alırdı) bir demokrasi anlayışı, keyfi müdahalelerle patlatılmaya hazır mayınların
döşendiği hukuk ve özgürlükler alanı hem görüntüyü kurtarabilir, hem de de her
türlü otoriter-totaliter baskıya zemin oluşturabilir.
İçerdeki basın ve ifade özgürlüğü üzerindeki
ihlaller ve baskılar artıp, en temel hakların bile kısıtlandığı, hukukun yok
sayıldığı ya da yargının hükümetin bir aracına dönüştüğü otoriterleşme süreci güç
kazandıkça Kıbrıs, PKK, İsrail ve benzeri konularda Erdoğan Hükümeti’nin
atacağı adımların nasıl bir seyir izleyeceğini daha yakından takip edin derim.
Sonra demedi de demeyin!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder