28 Kasım 2013 Perşembe

Medyaradar.com'da yayınlanan söyleşi

http://medyaradar.com/cemaatin-hedefteki-ismi-medyaradara-konustu-sayin-basbakan-sizden-ne-istedik-de-verdiniz-haberi-109295

Son günlerde kaleme aldığı sert yazılarla dikkatleri üzerine çekenToday's Zaman Genel Yayın Yönetmeni Bülent Keneş Medyaradar’dan Alev Gürsoy Cimin’e çok çarpıcı açıklamalarda bulundu. Dershaneler ve medya konusunda ilginç cümleler kurdu…
“Cemaat” denilmesinden rahatsız oluyor. “Cemaat değil hizmet hareketi” diyor... Hizmet Hareketi’ni çok önemsiyor ama “Benim Hizmet içinde bir önemim söz konusu değil” diye de ekliyor…Son günlerde çok sert yazılar kaleme alıyordu, sosyal paylaşım sitesi twitter’da adeta istenmeyen adam ilan edildi. Görevden alınması için çağrılar bile yapıldı... Ama tüm bunlar umurunda bile değil, “Bedel ödemeyi göze aldım ben” diyor. Başbakan Erdoğan'ın kötü bir liderlik sergilediğini düşünüyor. “AK Parti artık benim için AKP” diyor, oy verdiği için pişman değil ama bir dahaki seçimlerde belli ki rotayı başka yere çevirecek, “Çünkü kafam karışık” diyor. Dershaneler konusunda kızgın, kırgın... Diyor ki “Tepkimin tek nedeni dershaneler değil, bu iktidar kendini devlet sanıyor. Eski devletin refleksleriyle hareket ediyor.”
Today's Zaman Genel Yayın Yönetmeni Bülent Keneş'le çok çarpıcı bir röportaja imza attım. Cesur bir isim ne düşünüyorsa onu söylüyor.  Zaman Gazetesi’nden ayrılırken kafamda hiç soru işareti yoktu çünkü tüm sorularım yanıtını buldu. Tam da gündem dershanelerken denk gelen bu röportaj eminim aklınızdaki pek çok soru işaretine de ilaç gibi gelecek... Medyanın son durumunu “rezalet” olarak nitelendiriyor Bülent Bey, tıpkı Hasan Cemal gibi düşünüyor, “Bu ülkede- Beyefendi rahatsız olur gazeteciliği- arttı” diyor. Tüm dikkatler üzerindeyken ve herkes onunla röportaj yapmayı isterken beni kırmadığı için Bülent Keneş’e teşekkürü borç bilir, size de her zamanki gibi keyifli okumalar dilerim. Sevgiyle kalın, hep umutlu olun.
******************************************************
RÖPORTAJ: ALEV GÜRSOY CİMİN
Twitter:gazetecilaev
Gmail: Alevgursoy2008@gmail.com


Gündem malumunuz dershaneler... Hükümet ve cemaat arasında büyüyüp giden bir tartışma var, ama bu konuya girmeden önce şunu sormak istiyorum: Siz son günlerin kelle koltukta gezen adamı mısınız? Çünkü twitterdan günlerdir süren bir linç kampanyası var... Sert eleştiriler alıyorsunuz.
“Hamama giren terler” diye bir laf vardır, bizimki de biraz öyle. Açıkçası ben çok da öyle “kelle koltukta gezen bir adam” olduğum düşüncesinde değilim. Ama öyle hiç de “tedirgin değilim” dersem yalan olur. Memlekette gazetecilik yapmanın, doğruları söylemenin çok kolay olmadığını ilk söyleyen sanırım ben değilim...Bu ülkede, maalesef, ilkeli gazetecilik yapmak çok zorlaştı. İçinden geçtiğimiz şu son süreçte,şayet ilke gazeteciliği yapıyorsanız bazı bedelleri ödemeyi göze almanız gerekiyor.

"İLKE GAZETECİLİĞİ YAPAN BEDEL ÖDEMEYİ DE GÖZE ALIR"
İlke gazeteciliğinden kastınız nedir?
Today's Zaman kurulduğundan beri biz ilke gazeteciliği yapıyoruz. Sadece burada değil gazetecilik hayatım boyunca da aslında bunu yaptım ve halen de yapmaya devam ediyorum. Bizim için kimin yönettiği değil daha çok nasıl yönettiği, kim olduğu değil ne yaptığı önemli ve biz bu bağlamda gazetenin kurulduğu 2007 Ocak ayından bu yana Türkiye'de demokrasinin standartlarının yükseltilmesi, şeffaflığın ve denetimin artması, hesap verilebilirliğin bir kaide haline gelmesi, temel insan hak ve özgürlüklerinin alanının genişletilmesi, Avrupa Birliği'ni Avrupa Birliği yapan temel norm ve standartların bizim ülkemiz için de siyasi, hukuki ve ekonomik genel normlar olması konusunda hiç aralık vermeksizin çaba harcadık. Bu çabalarımızdan dolayı yakın tarihe, yani özellikle askeri vesayetin geriletildiği ana kadar, devlet içindeki derin yapıların ve ordu içerisindeki cuntaların hedefindeydik. Yani ilk kez hedef olmuyoruz .
Şu anda da hedef olduğunuzu kabul ediyor musunuz?
Elbette kabul ediyorum...
"AYLARDIR HAYSİYET CELLÂTLARININ HEDEFİNDEYİZ"
Sosyal paylaşım sitesi twitter'da sizin için sert eleştiriler yapılırken Cemaate "görevden al" çağrısı da yapıldı. Cemaat bunu ne kadar ciddiye aldı ya da alır?
Biliyorsunuz bu örgütlü ve sistematik kampanyalar aylardır devam ediyor... İlk kez olmuyor. Öyle ki bu yıpratma, ötekileştirme, düşmanlaştırma, şeytanlaştırma ve bir nefret objesine dönüştürme kampanyaları hayatımızın bir normali haline geldi maalesef. Oysa hiç olmaması gereken bir şey... “Haysiyet cellatlığı” dediğimiz ve hiç kimsenin başına gelmesinden, hedef seçilmesinden haz etmeyeceği bir durum artık nerdeyse gün aşırı başımıza geliyor. Gerek Today's Zaman olarak, gerek yazarlarımız bağlamında ve gerekse bizatihi kendim hedef haline getiriliyorum.
"CEMAAT DEĞİL HİZMET HAREKETİ"
Peki, Cemaat denilmesinden rahatsız mısınız?
İlhamını Fethullah Gülen Hocaefendi’den alan Hizmet Hareketi bu toplumun da artık dünyanın da bir gerçeği. Biliyorsunuz biz “cemaat” demiyoruz zaten. Bu hareket inanç temelli bir sosyal hareket. Hizmet Hareketi benim nazarımda kendi kültürünü üreten, kendi davranış kalıplarını üreten, kendi insan profilini yetiştiren ve bunu da kültürler ötesi,hatta medeniyetler ötesi bir şekilde yapan bir sosyal hareket. Eğer ki biz buna “cemaat” dersek, bu cihanşümul hareketi çok dar kodlarla tanımlamış oluruz. Oysaki bu hareketin dünyadan çok geniş bir takipçi kitlesi var. Farklı inançlardan insanların bile desteği, emeği, gönüllü katkısı var.
Mesela Alevilerden destekçiniz var mı?
Var tabii... Alevi derken Aleviler biliyorsunuz çok fragmante bir topluluk… Kendini Alevi olarak tanımlayan çok farklı gruplar var. İşte o gruplardan bazıları doğrudan Hizmet Hareketi’nin gönüldaşı diyebileceğimiz bir yakınlık içerisindeler. Bir iki ay önce Ankara'da kurulan cami- cemevi külliyesi bu durumun bir tezahürüdür.
"HİZMET HAREKETİ HERKESİ OLDUĞU GİBİ KABUL EDİYOR"
Alevileri asimile etmeye yönelik bir hareket miydi bu, böyle eleştiriler vardı?

Hayır tabii ki. Asla böyle düşünmemek lazım. Çünkü böyle düşünmeye başlarsanız o zaman gayrimüslim vatandaşlarla temasa geçtiğimizde onların  da "Bizi Müslümanlaştırıyor musunuz" diye tepki göstermesi gerekir. Böyle bir şey olabilir mi!!! Elbette ki hüsnü kabul gören hal ve hareketlerinizden etkilenip benimsediğiniz dine veya yaşam tarzına sempati duyanlar ve buna dâhil olmak isteyenler olabilir. Oluyor da. Nasıl ki özünde gayrimüslimlere karşı böyle bir çaba mevzubahis değilse Alevi kardeşlerimiz, vatandaşlarımız için de öyle bir durum söz konusu değil. Böyle bir şey olsa zaten ilk reaksiyonu onlar gösterirler. Hizmet Hareketi’ni Hizmet Hareketi yapan şey herkesi olduğu gibi kabul etmesi ve saygı göstermesi.
İktidarı da olduğu gibi kabul ediyor musunuz ?
İktidarı olduğu gibi kabul etme durumu tabii yaptıklarıyla, icraatlarıyla ilintili. Çünkü İktidar herhangi bir toplumsal kesim değil. Özellikle haklarını savunabileceğimiz,özgürlük alanlarının genişletilmesine çabalayabileceğimiz bir toplumsal grup ya da sektör değil. İktidar alanı tam tersine diğer insanların yaşam tarzlarının,farklı inanç sahiplerinin, farklı düşünce sahiplerinin hak alanlarını ihlal edebilme potansiyeline ve riskine sahip olan bir unsur. Dolayısıyla iktidarı olduğu gibi kabul etmektense iktidarın olması gerektiği gibi bir hale gelmesi için çaba harcıyoruz.
İktidar tarafından kellenizin istenildiği doğru mu?
Bana ulaşan bir şey yok. Ama milletin ağzı torba değil ki büzesin, böyle şeyler konuşuluyor…
Peki cemaat nasıl bakar bu görevden al çağrısına?
“Cemaat” dediğiniz şey,bakın o yanlış anlaşılıyor: Hizmet Hareketi…
Hizmet Hareketi nasıl bakar diye sorayım o halde?
Sanıldığının aksine Hizmet Hareketi’nde emir komuta ile işleyen öyle bir hiyerarşik yapı yok. Faraza bir mercie şikâyet ediyorsunuz, o merci bir karar veriyor ve ondan sonra herşey olduğundan farklı bir şekil alıyor…Böyle bir şey yok. Bunun yerine belirli istişari süreçler var. O istişari süreçler içerisinde kararlar çıkıyor ortaya ve o kararlar sonra hayat buluyor.
Sizi ne bekliyor bu süreçte peki?

Yani ben çok önemli bir mevzu değilim. Bunu konuşmak bile istemem. Çok matah bir iş yaptığımızı da söyleyemem. Vazgeçilmez işler, sorumluluklar, yetkiler de değil bu işler. Özelden değil, genelden gitmeliyiz.
HİZMET HAREKETİ (CEMAAT) BENİM İÇİN ÇOK ÖNEMLİ
Hizmet hareketi için önemli değil misiniz? Sonuçta onlar için savaş vermiyor musunuz?
Hizmet Hareketi için herhangi bir önem taşıyıp taşımadığımı söylemek bana düşmez. Böyle bir şey söyleyemem ve asla söylemem. Ama şunu gönül rahatlığı içerisinde söyleyebilirim, Hizmet Hareketi benim için çok ama çok önemli...
"BEDELLER ÖDEMEYİ GÖZE ALARAK YAZDIM, YAZIYORUM"
Çok sert yazılar yazdınız son dönemde hiç korkmadınız mı, çekinmediniz mi?
Çok sert yazılar olduğu kanaatinde değilim. Ben sadece Türkiye’nin genel gidişatına dair fotoğraflar çektim. O fotoğraflar birilerinin hoşuna gidebilir, birilerinin ise hoşuna gitmeyebilir. Bu benim sorunum değildir. Ama bu fotoğrafları çeken birinin, siz de takdir edersiniz ki,Türkiye’de belirli bedeller ödemeyi göze alması gerekir... Evet, ben bahsini ettiğiniz yazıları yazmadan önce tüm muhtemel bedelleri göze aldım. Gerek bu yazdıklarımın Hizmet Hareketi içerisinden yanlış anlamalara yol açabileceğini, gerekse hükümetin ve çevresindeki grupların bütün ağırlıklarıyla üzerime geleceğini elbette düşünerek hareket ettim.
“BİR YERDEN SONRA DOLUYOR İNSAN”
Peki demediler mi size Hizmet Hareketi’nden, "Bülent sen biraz dur ya da bu kadar yazma" diye?

Dostlarımızdan, arkadaşlarımızdan, kardeşlerimizden bunu iyi niyetle söyleyenler elbette oldu ve var. Ama bir yerden sonra doluyorsunuz, taşıyorsunuz.
Peki Sayın Gülen'le görüşmeniz oldu mu?
Hocaefendi’yle çok sık görüşen biri değilim.
“HOCAEFENDİ İLE ÇOK SIK GÖRÜŞMÜYORUZ”
Son zamanlarda?
Son zamanlarda da görüşmedim. En son geçtiğimiz Mayıs ayında bir Amerika seyahati sırasında uğramıştım. Ondan sonra şahsen görüşmedim. Ama ben Hocaefendi'nin kendi mecrası üzerinden yapmış olduğu bütün sohbetlerinin hiçbirini kaçırmadan dinlemeye çalışıyorum. Ve oradan kendime bir yol belirliyorum.
Gazetenin yayın politikasına bir müdahalesi söz konusu mu Gülen'in?
Hayır yok. Yani uzun vadeli 6 ayda 8 ayda bir gidiyorsam, yolum düşüyorsa gündeme biz getiriyorsak spesifik olarak gazeteye dair birkaç cümle söylüyor. Hocaefendi'nin işi başından aşkın. Bu kadar yoğunluğu arasında Today 's Zaman ya da Sunday Zaman'a sıra gelmez.
"HİZMET İÇİN ÖNEMLİ BİRİ OLMAYABİLİRİM"
Tüm Türkiye’nin kilitlendiği bu dershaneler mevzusuna girmek istiyorum. İktidarla Cemaat ilk kez bu kadar açık şekilde karşı karşıya geldi. Siz neden dershanelerin kapatılmasına bu kadar karşısınız ve hükümet sizce neden bu kadar ısrarlı bu konuda?
Ben dershane konusundaki tartışmayı bir eğitim tartışması olarak görmüyorum. Bu benim şahsi görüşüm. Burada konuştuklarımızın hepsi de benim şahsi görüşümdür. “Biz” diye konuşmam aldığımız terbiye ve tevazuu gereği. Yani Hizmet adına konuşamam, hareketi temsil edemem. Hizmet Hareketi elbette benim için çok önemlidir. Ama belirttiğim gibi ben Hizmet için hiç de önemli biri olmayabilirim. Öyle de olması gerekir zaten.
  "ASIL SORUN DERSHANELER DEĞİL"
Siz neresindesiniz bu dershaneler meselesinin?

Şöyle söyleyeyim, dershane sorununu çok daha büyük bir sorunun küçük bir parçası olarak görüyorum. Bu da sadece Hizmet Hareketi’ni ilgilendiren bir sorun değil, Türkiye'nin nereye gittiğiyle ilintili bir sorun…
"HİZMETLE HÜKÜMET ARASINDAKİ SORUN YENİ DEĞİL"
Nereye gidiyor Türkiye?

Maalesef iyi bir yere gitmiyoruz. Nasıl ki kızlı-erkekli evler tartışması başlatılabiliyorsa; nasıl ki ülkenin farklı yaşam tarzlarına sahip kesimleri yahut farklı düşüncelere sahip kesimleri tek tek hizaya getirilip bir şekle, bir forma sokuluyor ya da susturuluyorsa, burada da öyle bir sorun var. “Neden Hizmet Hareketi bu kadar net bir tavır aldı?” diye soracak olursanız malumunuz Hizmetle Hükümet arasındaki sorun ve gerilim yeni değil. Daha uzun bir tarihe dayanıyor.
"HÜKÜMETİN BU ALANA GİRMEYE HAKKI YOKTUR"
Ama önceden bunu kabul etmiyorlardı. Böyle bir çatışmanın ya da anlaşmazlığın olduğunu söyleyenler fitne fesat yapmakla suçlanıyordu...

Daha önce bürokratik kadrolarda, değişik devlet kuruluşunda Hizmet Hareketi’ne yakın olduğu düşünülen insanlar tasfiye ediliyordu. O tasfiyeler de zaten ayyuka çıkmıştı.Ama Hizmet Hareketi’nin ne medyasında, ne sosyal mecralarda, ne de Hizmet Hareketi’nin kurumları üzerinden bunlara yönelik hiçbir itiraz dillendirilmedi. Belki itiraz sayılabilecek bir şeyler varsa Hocaefendi’nin üstü kapalı da olsa, ima yolluyla da olsa, yapmış olduğu bazı açıklamalar oldu. Bunları da anlayan anladı anlamayan anlamadı.13 Ağustos'ta ise Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın 11 maddelik bir bildirisi geldi ve bu durum kamulaştırıldı. Neden o konularda o güne dek bir gündem oluşturulmadı? Çünkü seçilmiş iktidarın bürokratik kesimlerde her türü icraatı ve her türlü tasarrufta bulunma hakkı vardır. Ve sivil bir hareket olarak Hizmet Hareketi de buna saygı gösterir. İktidar bir bürokratı ister tasfiye eder, isterse atar. Zaten hükümet, yıllarca dişiyle, tırnağıyla emeğiyle hukuk çerçevesinde böyle bir pozisyona gelmiş insanları bürokratik pozisyonlardan, emniyetten, yargı kurumlarından ve benzeri yerlerden tasfiye etti. Yine de her şey buraya kadar normaldi. Bunlar neticede hükümetin icraat alanına dahil konular olduğu için ses çıkarılmadı. Ama dershaneler konusunda ilk kez kamunun ve hükümetin alanının dışına çıkıldı.Doğrudan özel teşebbüs, insanların özel teşebbüs hakkından kaynaklanan ve bir sorunun sonucunda ortaya çıkmış olan bir alana girdi hükümet. Bu kadar da olmaz! Herhangi bir hükümetin seçilmişte olsa veya hangi yoldan gelmiş olursa olsun bunu yapmaya hakkı yoktur.
"DERSHANELER HÜKÜMETİN MÜDAHALE EDEMEYECEĞİ BİR ALAN"
Hükümetin eğitim reformu kapsamında değerlendirmiyor musunuz bu dershaneler konusunu?
Alakası yok. Bence dershaneler çok büyük bir problemin küçük bir parçası...
"KAMUDAN DA SOSYAL HAYATTAN DA TASFİYE"
Başbakan'ın hiç mi haklılık payı yok peki bu dershaneler olayında, maddi durumu olmayan aileleri düşünürsek?
Öyle pazarlanıyor ama, değil. Dershaneler kapanınca eğitimde fırsat eşitliği yakalanacak mı sanıyorsunuz? Nasıl dönüştürecekler bunları? Bu ülkedeki özel okul sayısından ve fiyatlarından haberleri yok galiba? Bu iş neye benziyor biliyor musunuz tıpkı Başbakan'ın kızlı-erkekli öğrenci evleri çıkışına... Ben de asla oğlum ya da kızımın böyle bir yaşam şeklini tercih etmesine izin vermem. Ama buna Başbakan değil, ben karar veririm. Başbakan da olsa benim mahremime giremez. Çünkü devletin, hükümetin böyle bir yetkisi yok. Nasıl ki bu konuya,-iktidar özel hayatıma müdahale edemez- gözüyle bakıyorsam; dershane konusuna da böyle bakıyorum... Dershaneleri hükümetin müdahale edemeyeceği bir alan olarak görüyorum. Çünkü bu ülkede piyasa ekonomisi var ve ortaya çıkan bir talep sonucu bir  arz oluşmuş. Bunu denetleyebilirsiniz ama talebi ortadan kaldırmadan arzı ortadan kaldıramazsınız.Kamu sektöründe Hizmet Hareketi’ne gönül vermiş insanları tek tek tasfiye ettiler. Hadi onu anladık, seçilmiş iktidar istediğiyle çalışır istediğiyle çalışmaz. Ama aynı iktidarın Hizmet Hareketi’nin birinci faaliyet alanlarından biri olan eğitim sektöründe zücaciyedükkânına girmiş fil gibi ve üstelik hiç bir açıklama yapma ihtiyacı duymadan, sektörün muhataplarıyla görüşmeden bir şeyler yapması, karar alması söz konusu olunca buradan başka bir şey çıkıyor. Kamudan tasfiye artı sosyal hayattan da tasfiye anlamı çıkıyor... Hizmet Hareketi’nin kendi faaliyetlerinin odaklandığı alan açısından da, Türkiye’nin genel gidişatı açısından da bakıldığında bu dershaneler mevzuunda bir yanlışlık var.
"BAŞBAKAN ERDOĞAN KENDİNİ DEVLET GİBİ GÖRÜYOR"
İktidar cemaati neden tasfiye ediyor, sebebi ne?
Ediyor değil ettiler... Bunu Cem Küçük dâhil birçok yazar da zaten kaleme aldı. Çünkü Sayın Başbakan artık kendisini devlet olarak düşünüyor. Devlete de şirk kabul etmiyor. Hiçbir itiraz, hiçbir farklı görüş olsun istemiyor... Herkes önünde eğilsin adeta kendisini kutsasın istiyor, hiçbir alternatif bakış istemiyor.
"GİDİŞAT HAYRA ALAMET DEĞİL"
Bunun adı nedir, bir nevi faşizm ya da diktatörlük mü?

Ben bir şey demek istemiyorum siz koyun adını... Ama bu gidişat hayra alamet bir gidişat değil... Bu otoriterleşme eğiliminin artması toplumun birçok kesimini rahatsız ettiği gibi Hizmet Hareketi’nden insanları da rahatsız ediyor.
Yol arkadaşlığı bitti mi?
Biz hiç bir zaman AKP'li olmadık ki...
"AKP ESKİ KEMALİST MİLİTARİST DEVLET GİBİ"
Dikkatimi çekti, sürekli AKP diyorsunuz AK Parti demiyorsunuz?
Evet, şike yasasından sonra yani Aralık 2011’den bu yana AKP diyorum. Çünkü bir pisliğin üzerini örtüyorsanız her türlü pisliğin üzerini örtebilirsiniz. Bir yolsuzluğu kapatıyorsanız ve onun için özel yasa çıkarıyorsanız her türlü pisliğin üstünü kapatan yasalar da yapabilirsiniz. Ben kuruluşundan bu yana AKP'ye oy vermiş, bu partinin demokratikleşme politikalarını desteklemiş biri olarak bunları konuşuyorum. Benim verdiğim destek AKP'nin kurumsal kimliğine ya da Başbakan Erdoğan'ın şahsına verdiğim bir destek değildi. AKP'nin izlemiş olduğu veya vaat etmiş olduğu demokratikleşme politikalarına vermiş olduğum destekti. Ama velakin 2010 referandumu ve 2011 seçimlerinden sonra askeri vesayet iyice geriletildi, medya belli bir kıvama getirildi. “Tamamen devlet benim oldu" düşüncesine kapıldılar... Tıpkı eski Kemalist-militarist devlet gibi farklılıkları bastırmaya, susturmaya, sindirmeye yöneldiler...
"HÜKÜMET YANDAŞI OLMADIĞIMIZ GİBİ KARŞITI DA DEĞİLİZ"
Başbakan için ne zaman "karşı taraf" oldunuz?
Bunu bana değil Sayın Başbakan'a sormak lazım. Benim için hükümetin kim olduğu, ne olduğu değil hükümetin ne yaptığı önemli. Bakın bugün itibariyle çok reformist işler yapmaya başlansın biz gene sanki AKP'liymişiz gibi bir görüntü verebiliriz. Ama biz hükümet yanlısı değiliz. Sadece hükümetin demokratikleşme politikalarına destek veriyoruz, antidemokratik gördüğümüz politika ve adımlarına da karşı çıkıyoruz. Demokratikleşme konusunda atılan adımlar daha baskın olunca bizim de desteğimiz eleştirilerimize daha baskın oluyordu. Ve biz sanki hükümet yandaşıymışız gibi bir algı oluşuyordu. Bugün ise yanlışlar çok fazla öne çıkıyorsa ve bizde bunu eleştiriyorsak, bu bizim suçumuz değil. Yani ne yandaşız, ne de AKP hükümeti karşıtı.

"KİM DOKUNMUŞ DA KÜL OLMUŞ?"
Cemaate dokunan yanar mı?

(Bir gazete kupürü getiriyor arşivden Bülent Bey ve bu soruya onun üzerinden yanıt veriyor:) Kim yanmış şimdiye kadar? Bakın Cumhuriyet'ten Hikmet Çetinkaya yıllarca bu ülkede Fethullah Gülen hakkında yazılar yazdı, ne oldu yandı mı? Nuh Mete Yüksel'e bir şey oldu mu? Birçok isim sayabilirim ve bu insanların hepsi hala piyasada... Gülen hakkında onlarca kitaba imza atan bir yayınevi sahibi diyor ki, "Gülen'e dokunan yansaydı ben şimdiye dek kül olmuştum. " Farklı ilişkileri, bağlantıları olan kişiler deşifre olunca hemen topu Gülen'e atıyor. “Her şeyi Gülen yaptı” oluyor. Çünkü,sistematik bir şekilde öyle bir algı yaratıldı.
"MESELE DERSHANE YA DA EĞİTİM MESELESİ DEĞİL"
Kapanır mı dershaneler, süreç nerde biter?
Bakın ben bunu çok hayati bir mesele olarak görmüyorum. Dershanelerin kaderinden ziyade Hizmet Hareketi’ne yönelik açıktan bir düşmanlık ve bir tasfiye girişimi olarak algılanıyor bu durum. Ben büyük fotoğrafa bakıyorum. 80'li 90'lı yıllarda memlekette 3 bin 700 tane köy boşaltıldı, yüzbinlerce insan evinden yurdundan oldu. O yıllarla mukayese edildiğinde dershaneler yanında çerez kalır. Peki şimdi yaşananlar ne anlama geliyor? Bir sormak lazım: Biz yeniden o 80'li, 90’lı yıllardaki despotik devlete mi dönüyoruz? İşte gelinen bu süreç bir kaygı oluşturuyor. Hizmet Hareketi’ne gönül verenlerce kurulmuş dershane oranı yüzde 25'lerde. Yüzde 75'lik kesim ne olacak? Çok kaygılılar: Bazı dershaneler diyor ki: "Yüzde 25’lik kesim için bizi de yakıyorsunuz." Bu bir dershane, eğitim meselesi değil. Bu bence demokrasi meselesi. Bu Türkiye'de rejimin, sistemin nereye gittiğiyle ilgili bir mesele. Yani o kadar vahim bir durum. Hiçbir zaman peşin hükümlü AKP düşmanı olmayan bizlerin yapmaya çalıştığı bu vahim gidişata “hayır!” demekten ibaret. Yaptığımız bir kahramanlık değil, sadece ilkesel bir duruş.

“BİZ TASFİYELERE KARŞIYIZ”
İktidarın bu dershaneler ısrarı sürerse Hizmet Hareketi içinden yeni bir Gezi çıkma olasılığı var mıdır?
(Gülüyor) Sosyal medya biraz öyle gibi ama, biz tabii buna öyle diyemeyiz. Biliyorsunuz günlerdir dershaneler konusu twitter’ı sallıyor. Trend Topic listesinden 24 saat düşmüyor. Bu hareketi anlamamız lazım. Twitter’da bir espri vardı: "Hükümet twitter’ın patronuyla anlaşmış cemaatten olanların twitter hesaplarını kapatın demiş " şeklinde. Cevap olarak "140 ülkedede mi?" denilmiş. Bu Hareketi iyi anlamalı. Dershaneler elbette ki önemli. Ama asıl biz büyük tasfiye süreçlerine karşıyız. Özel sektöre niye karışıyorsun kardeşim sen ya? Madem ki dershanelerin yararına inanmıyorsunuz, toplumun yüzde ellisi size oy veriyor. Çağrı yapın o insanlara çocuklarını dershaneler göndermesinler...

“BİRİLERİ DÜDÜK ÇALIYOR DİYE HERKES HİZAYA GİREMEZ”
Dediniz ya AKP düşmanı olmadık. Ben şunu merak ediyorum, dershaneler kapatılırsa ne olur tepkiniz?

Biz CHP ve MHP düşmanı da olmadık hiç bir zaman. Sadece politikalarını eleştirdik. Bugün ise AKP'nin politikalarını çok arkaik bulduğumuzdan onları eleştiriyoruz. Sorunuza gelecek olursak,Hizmet Hareketi’nde “birileri düdük çalıyor, herkes hizaya giriyor” diye bir durum yok.
“BU MEMLEKET YAŞANMAZ HALE GELİR”
AK Parti’den Elitaş dedi ki "Dershanelerin kapanması hükümete oy kaybettirmez." Cemaate gönül veren büyük bir oranı düşünürsek siz ne dersiniz?
Ben zaten bunu anlamıyorum. Vicdan, adalet, hak, hukuk ile güç dengelerini karıştırmamak lazım. Bakın bu ülkede yüzde 50 de destek alabilirsiniz, yüzde 60 da… Ama bu ülkeyi toplumun sadece yüzde1’lik bir kesimini bile huzurlu yaşatamaz hale getirirseniz, bu memleketin tamamı da yaşanmaz hale gelir. Asla yanlış anlaşılmasın Hizmet Hareketi bunu bu hale getirecek diye söylemiyorum. Ama ister Aleviler, ister Kürtler deyin, bu toplumun yüzde 100'ünü kucaklamak zorundasınız . Eğer kucaklamazsanız hem onların huzurunu kaçırırsınız, hem kendi huzurunuzu. Gezi Parkı eylemlerine katılanların toplam Türkiye nüfusuna oranı nedir? Var mıdır yüzde 1, yüzde 2… Zannetmiyorum.Ama ülkeyi iki ay 3 ay kilitlediler. İnsanları sokaklara dökmek bu mudur istediğiniz, burası çıkar yol değil. Hizmet Hareketi toplumda huzur olsun, barış olsun istiyor. Farklılıkların toplumda birarada yaşayabilme becerisini kazanabilmesini istiyor. Kendi yaşam alanının tehdit altına girmesini istemediği gibi kendisi ile taban tabana zıt insanların da yaşam tarzına saygı duyulmasını istiyor.
“ÜLKE ADETA GİZLİ KABİNE İLE YÖNETİLİYOR”
Bülent Arınç dershaneler konusunda Başbakan'dan daha ılımlı konuşmuş "Rasyonel olmak zorundayız" demişti ama Başbakan yaptığı açıklama ile bir kez daha Arınç'ı açığa düşürdü. Arınç cemaate daha yakın bir isim mi?
“O yakın, öteki uzak” diye bakmıyorum ben meseleye. Bunlar o insanların bileceği iş. Ama şuna iyi bakmak lazım: AKP'de bugün 327 milletvekili var. Gidin bunların çocuklarına bir bakın, acaba kaç tanesi dershaneye gitmiyor ya da gitmemiş? Ancak AKP milletvekillerinin ve hatta kabinenin artık hiç bir önemi yok. Çünkü bir avuç insanla ülke adeta gizli bir kabine tarafından yönetiliyor.
Bakın ben kendi hayatımı anlatayım size. Ben hizmetin dershanelerine gitmedim. Meslek lisesinde torna tesviye okudum. İki yıl çiftçilik yaptım, ondan sonra okumaya karar verdim. Birazcık dershaneye gittim, kendi alanımda ilk 60’a girdim ve Boğaziçi Üniversitesi’ni kazandım. Meslek lisesinde doğru dürüst ders görmedim ki sınavda bana herhangi bir faydası olsun.Şimdi dershaneler yasaklanırsa meslek lisesinde okuyanlar ne olacak? Meslek lisesine kim gidiyor; fakir fukara çocuğu. Annesinin babasının kendisi için ön gördüğü bir yaşamı, bir kaderi yaşamak için gidiyor. Aileler çocuğunun tez elden meslek sahibi olmasını istiyor. Çünkü okutmaya gücü yok ve yahut kendi vizyonu o kadar. Ama o çocuk ben neden üniversite okumayayım demeyecek mi? O noktaya geldiğinde dershaneler olmadan nasıl üniversiteyi kazanacak? Meslek lisesinden alamadığı bilgilerle mi? Neden siz bu gençlerin elinden bu imkânı alıyorsunuz kardeşim!
Dershanelerde bu eğitim sisteminin başarısız yanından beslenmiyor mu?
Beslenebilir…
“BUGÜN REFERANDUM OLSA YİNE EVET DERİZ”
Peki hala “yetmez ama evet”çi misiniz? Kendinizde hiç suç aramıyor musunuz, “mezardakiler bile gerekirse oy kullansın”dan buralara gelmek tek taraflı olmasa gerek?

Bunu bize çok söylüyorlar.“Biz size söyledik dinlemediniz” diye eleştiriler alıyoruz. Ama asla pişman değiliz. Referandum konusu Türkiye için çok tarihi bir konuydu. Bugün yine benzer bir referandum olsa biz yine” evet” deriz. Biz demokrasi konusunda atılan her adıma destek verdik, vermeye de devam ediyoruz.
“FAŞİSTİK BİR EĞİLİM BAŞ GÖSTERDİ”
Peki bu “yetmez ama evet”çilikle iktidarın elini güçlendirmediniz mi, birazda siz iktidarı şikayet ettiğiniz bu durumlara getirmediniz mi?

Referandum iktidarın elini güçlendirmedi, çok başka birşeydi.Biz iktidarın her dediğine “evet” demedik. Bilakis 2008 sonlarına doğru iktidarda yine bir rahatlık ve gevşeme oldu. Tırnak içinde söylüyorum “faşistik bir eğilim” baş gösterdi. “Tek millet, tek devlet, tek dil” vs.sloganları atıldığı bir dönemdi. Aşırı dışlayıcı, aşırı tepeden bakan o Kemalist zihniyeti çağrıştıracak bir söylem sadır oldu Başbakan’ın ağzından ve bu bir süre devam etti. Her ay yayınladığımız MetroPoll anketinde halka “eski Tayyip mi, yeni Tayyip mi? diye soruldu. Halk enteresan bir şekilde “eski Tayyip, yeni Tayyip” söylemini yadırgamadı. Halkın yüzde 68’i “Eski Tayyip’i özlüyoruz” dedi. Biz bunu 2008’in sonunda Today’s Zaman’ın manşeti yaptık, bize kimse “Ya kardeşim daha düne kadar kolkolaydınız” demesin. Bunu diyorlar ama yanlış söylüyorlar. Biz o zamanda yanlış olarak ne gördüysek onu eleştirdik. Diyorum ya bizim ilklerimiz var.
“MESELE HAKAN FİDAN DEĞİL, O SADECE BİR BÜROKRAT”
Asıl kriz 7 Şubat’la, Hakan Fidan ile mi başladı?
Şaşıracaksınız ama benim tanıdığım tek bir savcı yok. Tek bir savcı ile tanıştım, o da oğlumun sınıfındaki bir çocuğun velisiydi. Herhangi bir polis şefi de tanımıyorum ve bu işlerden hiç anlamam. Today’s Zaman MİT olayına gene ilkeler çerçevesinde bir tepki verdi. İlkeler üzerinden hareket ettiğimizde Genelkurmay Başkanı’nı sorgulayan, koca koca ordu komutanlarını sorgulayan,yargılayan, yüksek bürokratik görevlerde bulunmuş insanları sorgulayan yargılayabilen bir hukuk sisteminin önünde herkesin eşit olması gerekir. Bir savcı haklı ya da haksız sebeplerden dolayı herhangi bir bürokratla ilgili soruşturma yapıyorsa hükümetin üzerine düşen görev bunu kolaylaştırmaktır ki gerçek ortaya çıksın. Bunu farklı bir komplonun parçası olarak görmek doğru değildir. Hakan Fidan değildir mevzu. Sayın Fidan bir bürokrat. Onun yerinde başka biri de olabilirdi.
Mesela aynı dönemde David Cameron gitti Meclis’te sorgulandı. İsrail’de Cumhurbaşkanı mahkûm oldu. Başka ülkelerde buna benzer farklı şeyler oldu. Siz eğer hukuk devleti olma iddiasındaysanız hiç kimsenin hukuk karşısında dokunulmazlığı olmaz, olamaz. Bakın orada da farklı bir oyun oynandı. Yasalar gereği bir Başbakan’ın Yüce Divan dışında herhangi bir mahkemede yargılanması söz konusu değil. Ama kamuoyunda bunu “savcı esas Başbakan’ı hedef alıyor” diye yansıttılar. Bunlar palavra. Dediğim gibi ben ne bir savcı tanırım, ne bir polis şefi. Demokratik hukuk devletinin gerekleri çerçevesinde bir tepki koyuyorum. Bugün yine 7 Şubat gibi bir durum olsa yine aynı tepkiyi koyarım.Çünkü hukuk önünde herkes eşittir. “Hukuk önünde herkes eşit değil”diyenlere de iyi gözle bakmam, saygı duymam.
İktidar ve cemaat arasındaki asıl sorunu hala anlayamadım madem dershane değilse ne, şu an neyin mücadelesi veriliyor, taraflar neyi tam olarak bölüşemiyor?
Mücadele yok, neyin mücadelesinden bahsediyorsunuz?
Tüm Türkiye’nin günlerdir izlediği bir atışma, bir mücadele var, bunu inkâr etmeyeceksiniz sanırım?
Mücadele yok, hak savunusu var. Bir irade birilerinin hakkına tecavüz ediyor. Birileri de o hakka sahip çıkıyor. Hakkını savunmaya çalışıyor.
“BİR İRADE BİRİLERİNİN HAKKINA TECAVÜZ EDİYOR”
Başbakan dershaneler “kapanacak “diyor, Fethullah Gülen ise“kapanmayacak” diyor, tartışma ise her iki tarafa yakın insanların da müdahilliğiyle alevleniyor. Ve bunlar Türkiye’nin gözü önünde yaşanıyor, bunlar artık gizlenmiyor. Neden?
Diyelim ben sizi öldürmek istiyorum, siz de “hayır beni öldüremezsiniz” deyip mücadele ediyorsunuz. Tüm bu yaşananlarda işte böyle bir şey. Gerilimin gizlenmemesinin nedeni şu, çünkü bunun öncesi de var. 13 Ağustos 2012 tarihli Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın 11 maddelik bildirgesinde Hizmet Hareketi açıkça bu gerilimi ortaya koydu. Aradaki ayrılık sebebi olan ve uzlaşılmayan sorunlar olduğu da o bildiride belirtildi. Hükümet bazı iddiaları kendi medya organları ya da kendi yetkilileri tarafından ortaya atıyor. Mesela Başbakan’ın dinlenilmesi ya da Erdoğan’ın koruma ekibinin tasfiye edilmesi gibi.O bildiride deniliyor ki madem öyle bir iddianız var üzerine gidin, yargının işini kolaylaştırın. Bu iddiayı ortaya atıyorsunuz, zan oluşturuyorsunuz ama üzerine gitmiyorsunuz. Peki, niye gitmiyorsunuz?
Tüm bunlarda cemaati mi işaret ettiler, şüpheler o yönde miydi?
Ettiler tabii. Bu sır değil ki. Herkesin diline dolandı…
Neden hep bu dinlenme vb. iddialarda hemen cemaatin ismi geçiyor?
Çünkü böyle bir algı oluşturuldu. Oluşturulmaya da devam ediyor. Ergenekon, Balyoz konusunda sanki hükümet hiç bu konuya dâhil değilmiş de Hizmet yaptırmış gibi bir algı yaratılmadı mı? Bunu Hocaefendi söyledi. Ben ise bu işlerden anlamam. Gazeteciyim, sadece analiz yaparım.
AK Parti’ye oy veren ve destekleyen bir isimdiniz ama son dönemde epey şikâyetçisiniz bu partinin icraatlarından, peki yerel seçimlerde cemaat kimi destekler?
Bakın iyi bir AKP’li değildim. Sadece AKP’ye oy verdim. Ben partiye değil partinin vaatleri ve programına oy verdim. Bu saatten sonrasını da bilemem.
  Yani yerel seçimlerde oyunuz kime?
(Gülüyor) Bilemiyorum kafam karışık…
Ama yine de vazgeçemiyorsunuz AK Parti’den gibi geldi bana. Acaba yine mi kol kırılıp yen içinde kalacak?
Şu yaşananlar yen içerisinde mi kalıyor? Benim neticede bir oyum var, o da benim şahsi oyumdur. Bunu yeri zamanı gelince düşünür ve ona göre tavır alırım.
“AKP HİZMETE GÖNÜL VERENLERİ HAFİFE ALMASIN”
Peki, cemaat ne yapar yerel seçimlerde, CHP ve Sarıgül’den bahsediliyor?
Hizmet Hareketi’nin desteklemesi diye bir durum söz konusu olamaz. Ben 1988’den bu yana Hizmet Hareketi’ni tanıyorum. Bugüne kadar bana şu partiye ya da falanca adaya oy vereceksiniz diye bir şey denilmedi. Ama velakin bir duygudaşlık elbette var. Bakın yüzbinlerce insan birkaç akşamdır twitter’da dershaneler için toplandı. Bunlar AKP’nin 6000 tane tuttuğu ücretli insanlar gibi değil. Anneler var içlerinde, babalar var, çocuklar var, gençler var. İnandıkları bir şey için gece yarısı kalkıyor tweet atıyor. Bunu zorla yapmıyor, burada bir gönüldaşlık, bir ülküdaşlık, bir inanmışlık var. Elbette ki bunların hepsinin siyasete yansıması olacaktır. AKP bunu asla kulak ardı etmesin. Hiç de hafife almasın. Kaldı ki Hizmet Hareketi’ne gönül vermiş olan insanların ağırlıklı kısmı kendi çevrelerinde fikir, kanaat önderleri durumda. Bunun oluşturacağı etkiyi hiç yabana atmasınlar. Bu büyük bir hata olur.


“BAŞBAKAN’IN LİDERLİĞİNİ ÇOK KÖTÜ BULUYORUM”
Başbakan Erdoğan’ın liderliğini şu günlerde nasıl buluyorsunuz?

Çok kötü buluyorum. Hiç iyi bir liderlik sergilemiyor. Memleketin demokratikleşmesi, insan hakları ve özgürlüklerinin yüceltilmesi için kendisine verilen yetkiyi o kadar kötü kullanıyor ki, Kemalist-militarist devlet anlayışının yeniden hortlaması gibi görünüyor. Ha bunları söylerken iyi şeylerde olmuyor değil. Mesela Kürt sorununda büyük yol kat edildi, ama tabii ki yöntem ve muhataplar tartışılır. Ancak yanlışlar da çok fazla. Gezi’den başlıyor bu yanlışlar, kızlı-erkekli öğrenci evi çıkışı, medyaya yönelik baskı. Veya medyaya yönelik baskıya gerek bırakmayacak ölçüde medya mühendisliği… Onun ötesinde eğitim imkânları, kamu imkânları kullanılarak toplumun yeniden dizayn edilmeye çalışılması. Bunlar geldiğimiz noktada yüzde 50’nin verdiği oyun neticesi olmamalıydı.
Bence Başbakan 2011’deki büyük zaferin ardından o sonuçları değerlendirdi ve yeniden bir analize tabii tuttu. “Madem ki artık devlet biziz, neden aslımıza dönmeyelim “ dedi. Bana öyle geliyor ki Sayın Başbakan benimde içinde var olduğum yüzde 50’nin desteğine dayanarak yüzde 5’in ideolojisini toplumun yüzde 100’üne dayatmaya çalışıyor. Bir nevi çıkardığı gömlekleri yeniden giydi. Belki de o gömleği hiç çıkarmadı. Sadece rengârenk yeni gömlekler geçirdi üzerine. Hangi kitleyi arkasına almak istiyorsa ona göre gömlek  giydi. Ama şimdi o gömlekleri teker teker çıkarıyor, geriye ne kalıyor teni. O tende ne var rahmetli Erbakan’ın hayatı boyunca giymekten gurur duyduğu Milli Görüş gömleğinden başka bir şey değil. Onun için yüzde 50’nin verdiği oyu istismar ederek yüzde 5’in ideolojisini yüzde 100’e dayatmak istiyor. Bu Milli Görüşçülüktür. Bu siyasal İslamcılıktır. Bu demokratlık değildir. Bu muhafazakâr demokratlık hiç değildir.
“BAŞBAKAN MİLLİ GÖRÜŞ GÖMLEĞİNİ YENİDEN GİYDİ”
Yerel seçimlerde AK Parti en büyük kalelerinden biri olan İstanbul’u kaybedebilir mi?

Allah bilir orasını. Ama işlerinin kolay olmayacağını rahatlıkla söyleyebilirim.
“AKP YİNE KAZANIRSA MEMLEKET YAŞANMAZ HALE GELİR”
Sarıgül’ü nasıl buluyorsunuz, şansı var mı İstanbul’da?
Ben Sarıgül’ü tanımıyorum, bunu Şişli’deki insanlara sormalı. Sarıgül’ün başarı ya da başarısızlıktan kaynaklanan bir şansı belki mevzu bahis olmayabilir. Kadir Topbaş’ın da başarıları ya da başarısızlıktan kaynaklanan bir riski de olmayabilir. Ama hükümetin hükümet etme tarzından kaynaklı oluşacak tepkiler yerel seçimlerde çok farklı sonuçlara neden olabilir. Bunun neticesinde Sarıgül de kazanabilir, Topbaş da... Yerel seçimlerin yerel seçimler kıvamında kalmayacağından adım gibi eminim. Hatta Türk siyaseti üzerinde muazzam etkileri olacak diye düşünüyorum. Şayet yerel seçimlerde mevcut iktidarın güç temerküzünü teyit eden bir sonuç çıkarsa bunun Başbakan Erdoğan’ın son 2-2,5 yıldır izlediği hükümet etme tarzını daha da güçlendireceğini ve memleketin yaşanmaz bir yer haline geleceğini düşünüyorum.
“10 BİN OKUYUCUMUZ VAR”
Gelelim medyaya. Bu memlekette malumunuz çok fazla gazete okunmuyor. Okumayı çok seven bir toplum değiliz. En çok okunan gazetenin tirajı ortada. O da abonelik ve dağıtımla… Ya Today’s Zaman’a ne demeli, bir de İngilizce çıkıyor. İngilizce bilen oranı da ortada… Kimdir kitlesi ne kadar okunur, neden çıkar?
Herkes İngilizce okuyor onu anladık. (Gülüyor)…Bizimkisi şuyu vukuundan beter durum vallahi. 10-11 bin civarında satıyoruz. Ama internet sitemizden on binlerce insan takip ediyor. Aslında tüm gazetelerin isteyip, arzu edebileceği nitelikte bir okuyucumuz var... Hiçbir dünya başkentinde es geçilmeyecek bir gazete yapıyoruz.
“OTOSANSÜR YAPIYORUZ, İSTEDİĞİMİZ MANŞETLERİ ATAMIYORUZ”
Hiç oto sansür uyguluyor musunuz, malum yeni medya düzeni?
Daha bugün yaptık. Cennet’te bir gazete çıkarmıyoruz. Yani La Gazetta Paradiso’yu yapmıyoruz maalesef. Türkiye koşullarında gazetecilik yapıyoruz ve ödeyeceğimiz bedellerden, ödeyebileceğimiz kadarını göze alıp bu mesleği yapıyoruz. Manşetleri belirlerken de içimizden geldiği gibi manşetler atamıyoruz. Medyanın geldiği durum maalesef bu... Farkındaysanız Today’s Zaman’dasınız ve iyi manşetler atabilen cesur bir genel yayın yönetmeni ile konuşuyorsunuz.Ve bunları ben söylüyorum. Diğerlerine oranla iyi manşetler atsak da, vaziyet bu maalesef.
“SAYIN BAŞBAKAN SİZDEN NE İSTEDİK DE VERDİNİZ?”
Peki ya diğer gazeteleri nasıl buluyorsunuz?
(Röportajı Pazar günü yaptık ve o günün gazete manşetlerini gösteriyor Bülent Bey) Bakın gazete manşetlerine bugün hafta sonu ve Türkiye’de yayınlanan 40’a yakın gazetenin manşeti Başbakan’ın gerçeklikle alakası olmayan bir lafı üzerinden oluşturulmuş: “NE İSTEDİLER DE VERMEDİK.” Ben soruyorum buradan, Sayın Başbakan ne istedik de verdin? Müteahhitlik mi istemişiz, ihale mi istemişiz? Bu Hizmet Hareketi, benim bilgim dâhilinde olan kısmı itibariyle söylüyorum, memleket hayrına olacak talepler dışında hiçbir şey istemez hükümetten. Kim, neyi istemiş bunu bir açıklasın. Memlekette daha iyi bir demokrasi olsun, AB standartlarında normlara, şartlara kavuşsun bu ülke demek yanlış mı?
“SANSÜR DE VAR OTOSANSÜR DE”
Bu ülkede gazetecilik yapılıyor mu sizce, oto sansür uyguladığını itiraf eden bir Genel Yayın Yönetmeni olarak yanıtlamanızı istiyorum?
(Gülüyor) Sansür de var, oto sansürde. Ve bakın yazabilen bir gazete olarak “oto sansür yapmıyoruz” diyemiyorum. Oto sansür yapmıyorum diyen yalan söyler. Bu ülkenin bir gerçeği haline geldi artık. Elbette ki oto sansürün dereceleri var. Ben olabildiğince liberal davranmaya çalışıyorum. Daha tek bir yazarımın yazısına müdahale etmişliğim yok.
“MEDYANIN DURUMU REZALET”
Medyanın genel gidişatını nasıl buluyorsunuz?
Rezalet… Türk medyası çok kötü bir sınav veriyor. Medya çok sesliliğini, farklılığını, rengini, çeşitliliğini korumak konusunda sıfır performansa sahip…Önemli bir bölümü korktuğu için sinmiş, susmuş durumda. Özellikle anaakım medya “aman başımıza bela almayalım” derdinde. Hasan Cemal’in dediği gibi “Beyefendi rahatsız olmasın gazeteciliği” arttı ve her yere sindi.
“BEYEFENDİ RAHATSIZ OLMASIN GAZETECİLİĞİ” HER YERE SİNDİ
Siz de mi “Beyefendi” rahatsız olmasın diye uğraşıyorsunuz?
Asla… Biz yeni medya düzenine uymadığımız için üzerimize geliniyor. Sabah-akşam linç kampanyaları yapılıyor. Hedef gösteriliyoruz. Haysiyet cellatlığı yapılıyor. Tıpkı askeri vesayet döneminde Genelkurmay tarafından kurulan internet siteleri gibi kara propaganda siteleri kuruluyor. Benim ağlama duvarı önünde fotomontajlı fotoğraflarım yayınlanıyor. Söylemediğim sözler söylemişim gibi gösteriliyor. CIA ajanı, MOSSAD ajanı, İsrail uşağı, uluslararası komplonun yerli işbirlikçisi olduğum söyleniyor.
“CEMAATİN OMURGALI DİK DURUŞUNU HERKES GÖRMELİ”
“Daha ne kadar dayanırız bu baskılara bilemiyorum” demiştiniz bir yazınızda, ne kadar dayanabileceksiniz?
Mide bulandırıcı itibarsızlaştırma çalışmaları sürdürülüyor. Bakın Hizmet Hareketi’nin bu konuda omurgalı dik duruşunu herkes görmeli. Diyorlar ki “Cemaat orası demokrasi orada ne gezer?” Bakın Türkiye’de medyada en fazla yazar çeşidi Zaman Grubu’nda. Her görüşten insan var, düşünce çeşitliliği var… Kimseye müdahale yok. Herkesin yazmaya çekindiği dönemlerde çok farklı etnik, kültürel, ideolojik birikimler burada var olabiliyor, yazabiliyor. Burada ülkücü geçmişi olan da, İslamcı geçmişi olan da, Maocu geçmişi olan meslek büyüklerimiz de yazabiliyor. Bu özgür ortamı sağlayan anlayış Hizmet Hareketi’nin anlayışı.
“YILMAZ ÖZDİL AKP DÜŞMANI”
Madem bu kadar çeşitlilik var peki, Yılmaz Özdil gibi bir yazarınız olabilir mi?

Yılmaz Özdil’in tarzını doğru bulmuyorum. AKP düşmanı Yılmaz Özdil… Ama bunu da yadırgamıyorum çünkü demokrasi varsa isteyen istediğini yazar düşünür. Ben sadece onun görüşünü benimsemiyorum. Ama şu da var; Özdil, AKP kurulduğu günden bu yana hiç bonus vermeden yaylım ateşi açmış ve devam ediyor. On binlerce okuyucusu var saygı duymak lazım belki ama bizim gazetede olamaz. Çünkü ben o tarzı benimsemiyorum. Ama bir insanla da gazetede yazması için el sıkışmışsak o kişiye ben asla müdahalede bulunamam.
“ŞAKİRT MİYİM BİLEMİYORUM”
Siz şakirt misiniz?
Ben de bilmiyorum bunu… Hocaefendi’nin söylemlerini, görüşlerini benimsiyor, destekliyorum. O söylenenlerin gerçekleşmesine bir nebze katkım olursa bundan mutluluk duyarım. Ama asla “Ben iyi bir Hizmet adamıyım. Hizmet adamı dediğin de benim gibi olur” diyemem. Bazen, hatta çoğunlukla Hizmet’e büyük bir yük olduğumu bile düşünüyorum.
Bazen öyle o sert yazılar kaleme aldığınızda cemaatten hiç mi uyarı almaz bu Bülent Bey diye düşünüyorum?
“Hizmet Hareketi tarafından uyarı almak” diye bir şey yok. Ama bir kurumda çalışıyoruz. Kurum içinde arkadaşlarımız iyi niyetle uyarıyor. Bunları da kaale alıyorum.

“ARTIK GAZETELERE BAKMA GEREĞİ BİLE DUYMUYORUM”
Medyadaki dershaneler üzerinden manşet savaşlarına ne diyorsunuz?
Bu Türk medyasında ilk kez olmuyor. Gönül istemese de olmaya devam edecektir. Kızılcahamam’da da yaşadık bunu. Manşetimize kara propaganda dediler. Ama kara propaganda dedikleri her şeyi de doğruladılar. Öteki gazetelere ise artık bakmaya gerek bile duymuyorum. Sadece yazarlarına bir göz atıyorum. Kim olağan dışı süreçlerde nerede durmuş, bu çok önemli. Çünkü insanların gerçek karakterlerini istisnai ya da olağan dışı durumlar ortaya çıkarır. Demokratik süreçlerde, her şeyin süt liman olduğu dönemlerde herkes çok iyidir, herkes düzgündür, herkes dosttur ve ilkelidir. Ama kimin gerçekten ilkeli, ahlaklı, namuslu, karakterli ya da ahlaksız, yalaka olduğu asıl bu zor dönemlerde ortaya çıkar. Hizmet Hareketi’nin hükümetle ilişkisini de bu bağlamda düşünebiliriz. Hizmet Hareketi menfaatperest olsa, niye zor zamanlarında, demokrasinin standartlarının zayıf olduğu dönemlerde hükümetle aynı kaderi paylaşsın da, nimetlerin paylaşılacağı bir dönemde bir ayrılığa düşsün? Bunun bir cevabı var mı? Neden? Çünkü ilkeli bir davranış sergiliyor. Durduğu yerde duruyor Hizmet Hareketi… Dün neyi savunuyorsa, bugün yine onu savunuyor.
“DÜN GENERALLERİN HEDEFİNDEYDİK BUGÜN BAŞKA AKTÖRLERİN”
Dün iktidarı savunuyordu ama bugün savunmuyor!
İktidarı veya herhangi bir partiyi hiçbir zaman savunmadı. Sadece belirli politikaları savunuyor. 2005 yılında terörle mücadele kanun tasarısında Zaman Gazetesi dershanelerdekinden çok daha sert bir muhalefet yaptı. Bunu kimse hatırlamıyor. Biz dün de yine ilkeli yayıncılık yapıyorduk ve generallerin hedefi oluyorduk. Bugün yine o ilkeli yayıncılığı yapıyoruz ve bu kez farklı aktörlerin hedefi oluyoruz. Bizde bir değişiklik yok. Yine şeffaflık, yine mahremiyete saygı ve yine bireysel özgürlükler diyoruz. Sayıştay kanununu ben mi yaptım, Sayıştay’ı çalışamaz hale getiren bir iktidarı nasıl desteklerim ben. Kürt meselesini bütün Kürtleri muhatap almayarak, insanların en temel hak ve özgürlüklerini bir terör örgütü ile pazarlık yapanları destekleyemem. Çünkü Kürt hakları doğal haklardır bunu teröristlerle pazarlık konusu yapamazsınız. Alevilerin haklarını onlara lütuf gibi sunup siyaset malzemesi yapamazsınız. Ben bunları yazıyorum. Bunlar birilerine dokunuyorsa da umurumda değil. Bir bedeli varsa da öderim.
“HAREKETE ZARAR VERİYORSAM KİMSE BANA MECBUR DEĞİL BENİ YÖNETİM BİR DAKİKADA DEĞİŞTİREBİLİR AMA KARAKTERİMİ ASLA”
Sizin arkanızda koskoca bir hizmet hareketi var ve çok rahat konuşabilirsiniz ama diğer gazetelerin böyle bir güvencesi yok ki onlar elbette korkar, yarın bir TV kanalını vergi memurlarının bastığını düşünün.
Neden? Biz en küçük manşetimizde bile hedef haline gelmiyor muyuz? Ama yine de ödün vermiyoruz. Tabii ki Hizmet Hareketi’nin oluşturduğu bu ortam olmasa bunları nerede yazacağız? Yine de benim şahsi duruşumla Hizmet’in genel duruşu arasında bir makas da olabilir. Ben bu Hareket’e zarar veriyorsam şayet, kimse bana mecbur değil. Hatta mecbur da bırakmam ben ayrılırım görevden böyle bir durumda. Zaten inanmadığım şeyi bana kimse yaptıramaz. Ne Hizmet, ne de iktidar?En azından bağlı bulunduğum medya şirketinin yönetim kurulu benim pozisyonumu çok kolay değiştirebilir. Ama beni değiştiremez. Ben burada olduğum sürece inandığım, ülkenin ve milletin yararına olduğunu düşündüğüm gibi manşetler atarım. İnandığım gibi gazetecilik yaparım. İnandığım şekilde yazılar yazarım. Neticede kimse bana mecbur değil. Bende illa buralarda olmaya mecbur değilim. Mesela, yönetim kurulu pozisyonumu bir dakikada değiştirebilirler. Ama düşüncelerimi, karakterimi asla değiştiremez. Ama öyle bir sorunları da yok zaten.

Böyle yoğun bir gündemde bana vakit ayırdığınız için çok ama çok teşekkür ediyorum..

26 Kasım 2013 Salı

Hükümetten cevap bekleyen sorular



On iki gündür Türkiye gündemini domine eden dershaneler tartışmasından geriye kalan tek şey dershaneleri kapatmak konusunda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kesin kararlı olduğu. Dershanelerin eğitim, pedagoji, fırsat eşitliği ve topluma olan katkılarına dair hiçbir argumanın Başbakan Erdoğan nezdinde bir kıymetinin olmadığını da bu süreçte anlamış olduk. Tıpkı, devlet zoruyla kapatma iradesinin teşebbüs hürriyetine, temel hak ve özgürlükler ile hukuka aykırılığına dair görüşlere hiç mi hiç kıymet vermediği gibi.
Adeta bir milli felaket görüntüsü veren eğitim sistemindeki devasa sorunların doğal sonucu olan talepleri karşılamak üzere piyasanın ürettiği bir çözüm niteliğindeki dershanelerin boşaltacağı alanın nasıl ve neyle doldurulacağına dair henüz ortaya net bir fotoğraf çıkmış değil. Gazete manşetlerinde yer alan halkın haklı endişe ve uyarılarına bakarak anında polemikçi ve demagojik bir karşı söyleme sapan Başbakan ve Milli Eğitim Bakanı’nın bu tarzından anlaşılıyor ki, yola eğitim sistemindeki aksaklıkları gidermek üzere değil, eğitim merkezli bir sivil hareket olarak dershane sektöründe yüzde 25’lik paya sahip olan Hizmet Hareketi’ne darbe indirmek niyetiyle çıkılmış. En azından toplumun büyük kesiminin algısı tam olarak bu.
Bu yüzdendir ki, hem başbakan hem de bakan sürekli olarak yeni şeyler söylemek durumunda kalıyor. Üstelik bir dedikleri ötekisini tutmuyor. Özel okula, açık liseye dönüştürme tekliflerinden sonra dün de gazetelerde Eğitim Bakanı’nın kapatılacak dershanelerin halk eğitim merkezlerine dönüştürülmesine dair dahiyane teklifleri yer alıyordu. Hükümet sanırım bu “dönüştürme” işini fazlasıyla ciddiye aldı. İşi dershanecilik olan insanları, öğretmenleri “neye dönüştürmek istersen, ona dönüşebiliyorlar” gibi görmeye başladı.
Sosyal medyada yer aldı ama belli ki “dershanelerden boşalacak binaların düğün salonu yapılması” yönündeki muzip teklif henüz bakanın ve başbakanın gündemine girmedi. Oysa bu teklifin gündemlerine hemen girmesi beklenebilirdi. Öğrenciyken evlenmek isteyenler için evlilik teşviki bile veren hükümetimiz, her birinden en az 3 çocuk beklediği çiftlerin düğünleri için dershaneleri neden düğün salonlarına dönüştürmesin ki!
Öte yandan hükümet, en başta yapması gerekeni şimdilerde yapıyormuş gibi yapmanın acıklı bir telaşı içerisinde de görünüyor. Konunun taraflarıyla en başta yapması gereken istişareleri kerhen yapmaya çalışıyor. Bu istişare görüntülü toplantılarda dershaneler yoluyla hizmet veren ve hizmet alan toplum kesimlerini oturup dinlemek yerine, hali hazırda alınmış haksız bir karara tarafları cebren ikna etmeye çabalıyor. Aslında bu yapılanı “çabalamak” olarak değerlendirmek biraz fazla kibar oluyor. Resmen haksız ve hukuksuz bir idam fermanı veren hükümet ölüm hükmünü çoktan verdiği sektörün aktörlerine kendilerini, eğitim sektörünü ve toplumu bekleyen kaçınılmaz akıbet konusunda seslerini çıkarmamaya ve kaderlerine razı olmaya ikna etmek için uğraşıyor.
Ancak, yüzlerce soru ve şüphenin havalarda uçuştuğu bir ortamda insanları haksız ve “ben yaptım oldu” tarzı dayatmacı bir kapatma kararına ikna etmek pek kolay gözükmüyor. Bence Sayın Başbakan ve ilgili bakanlık beyhude yorulmasın. Ülkeyi getirdikleri dayatmacı yönetim anlayışının gereğini samimiyetle yapsınlar ve hiç kimseyle görüşüyormuş gibi yapmaksızın ne istiyorlarsa halka onu dikte etsinler. Takdir ederler ki bu toplum rol kesmeleri, makyajları ve kılıfına uydurmaları yutmayacak kadar artık olgunlaştı. Niyet belliyken, yapılmak istenen açık seçik belliyken ve karar çoktan verilmişken sahi siz kimlerin aklıyla alay ediyorsunuz? Açık bir hata var ortada ve insanları ikna edecek tek şeyin bu hatadan dönmek olduğunu göremiyor musunuz? İnsanların da görmediğini mi zannediyorsunuz?
Oysa Zaman gazetesinin pazartesi günü yayınladığı, bugüne kadar hükümet tarafından cevapsız bırakılan, sorular dershaneler konusunda yapılmak istenenin ne büyük bir hata olduğunu herkese göstermeye yeter. Zaman tek tek soruyor ama soruların cevabının ne olduğunu bilen bulunmuyor. Belki de, kitleleri tatmin edebilecek hakiki ve samimi cevaplar bulununcaya kadar bu soruları tekrarlamak gerekiyor. Biz de öyle yapalım ve soruların sesinin yükselmesine biraz olsun katkı verelim. Mesela;
“Türkiye’de eğitimin derslik, nitelik, öğretmen açığı ve uyuşturucu, alkol, şiddet gibi daha ciddi sorunları varken ilk yapılacak iş dershaneleri kapatmak mı olmalıdır?
“Eğitim kalitesi açısından devlet okulları arasında büyük bir uçurum var. Ancak öğrenciler standart sınavlarda aynı soruları cevaplamak zorunda. Dershaneler kapatılınca ortaya çıkacak “fırsat eşitsizliği” nasıl çözülecek?
“Maddi durumu iyi olan aileler çocuklarını zaten koleje gönderiyor, özel ders aldırıyor. Çocuğunu koleje gönderemeyen, özel ders aldıramayan aileler ne yapacak?
“Özel Dershaneler Birliği açıkladı: 3 bin 858 dershaneden sadece yüzde 5’i dönüşüme uygun. Geriye kalan yüzde 95’in ve buralarda istihdam edilen öğretmen ve diğer çalışanların akıbeti ne olacak?
“Türkiye’de 250 binden fazla öğretmen adayı atanmayı bekliyor. Devlet bu öğretmenleri atayamazken, 50 binden fazla dershane öğretmeni kamuya nasıl alınacak?
“Kamuya alınacak öğretmenler hangi kıstaslara göre seçilecek? Dershane öğretmenleri de diğer öğretmen adayları gibi neden sınavla değil de mülakatla alınacak?
“Başbakan Erdoğan, sağlıkta olduğu gibi eğitimde de dönüşümün yapılacağını söylüyor. Sağlıkta dönüşüm özel hastaneleri kapatarak mı başlamıştır?
“Özel okul kontenjanlarının yüzde 40’ı bugün boş duruyor. Madem ki hükümet dönüşen dershanelere teşvik vereceğini söylüyor, var olan özel okulları neden desteklemiyor?
“Çocuk başına sadece 1500 TL teşvik verileceği belirtiliyor. Dershaneler için 2000 TL’yi ödeyemeyen aileler, ücretleri en az 15.000 TL olan özel okullara çocuklarını nasıl gönderecek?
“Peki küçük yerleşim yerlerinde ortaya çıkacak çarpıklık düşünüldü mü? Mesela, Muğla’nın 26 bin nüfuslu Ortaca ilçesinde 4 dershanenin okula dönüştüğünü düşünelim. Ortaca’da bu kadar kolej çalışabilir mi?
“İngilizce gibi yabancı dil, müzik, resim kursları serbestken Türkçe, matematik, fizik kursu nasıl yasak olacak? Bu durum Anayasa’nın “eşitlik” ilkesine aykırı olmayacak mı? Başka bir iktidar da gelip Kur’an kurslarını kapatmaya kalkarsa ne olacak?
“Öte yandan, liseye ve üniversiteye girişler sınavsız olursa çocuklar neye göre seçilecek? Okul not ortalamaları baz alınacaksa okullarda şişirilmiş not sorununun önüne nasıl geçilecek?
“Geçen yıl 1 milyon 857 bin öğrenci üniversite giriş sınavına girdi. Bunlardan yüzde 31’i mezun öğrencilerden oluşuyordu. Dershaneler kapatılırsa açıkta kalmış mezunlar sınava nasıl hazırlanacak?”
Elbette ki, bu konudaki soruların sayısını daha da artırmak mümkündür. Ama biliyoruz ki Başbakan Erdoğan soru sorulmasından ve hatta soru soranlardan pek hoşlanmıyor? Hoşlanmıyor diye vahim bir gidişata dair endişelerin ifadesi olan bu hayati sorular sessiz ve cevapsız mı bırakılacak?

24 Kasım 2013 Pazar

Bir “sıkıntı” olarak Avrupa Birliği



Türkçede bu durumları özetleyen “dervişin fikri neyse zikri de odur” şeklinde güzel bir söz vardır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Rusya gezisi sırasında Avrupa Birliğe (AB) üyelik sürecini tasvire ve Şangay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) katılım istekliliğine dair kullandığı cümleler de bu niteliktedir.
Cuma günü St. Petersburg’ta düzenlenen Türkiye-Rusya Üst Düzey İşbirliği Konseyi toplantısı sonrası Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile ortak basın toplantısı düzenleyen Başbakan Erdoğan, Putin’den Türkiye’yi ŞİÖ’ye almasını bir kez daha istedi. Türkiye’nin AB kapısında 50 yıldır bekletildiğine atıfta bulunan Başbakan Erdoğan “Gelin Türkiye’yi Şanghay İşbirliği Örgütü’ne alın. Bizi de bu sıkıntıdan kurtarın,” dedi.
Son yıllarda AB ile olan ilişkilerden fazla haz almadığını söylem, hal ve davranışlarıyla belli eden Başbakan Erdoğan’ın bu yaklaşımının AB’ye üyelik sürecini artık bir “sıkıntı” olarak görme noktasına vardığını da böylece öğrenmiş olduk. Daha düne kadar temel insan hak ve özgürlükleri, demokrasi, hukukun üstünlüğü, denetim, hesap verebilirlik ve şeffaflık gibi konularda Türkiye için bir normlar ve değerler referansı olarak kabul edilen AB’nin artık bir “sıkıntı” olarak tanımlanmaya başlanmasının üzerinde ciddiyetle durmak gerekiyor.
AB’nin Türkiye’nin üyelik sürecine dair müspet, yapıcı ve geniş kitlelerde sempati uyandıracak bir politika izlemediği herkesin malumu. Yakın zamana kadar komünizmle yönetilen Romanya, Bulgaristan, Hırvatistan gibi ülkelerle çok sonradan başladığı üyelik süreçlerini bile tamamlayan AB’nin, 50 yıldır kapısında bekleyen Türkiye’ye sıra gelince nasıl ayak dirediği, nasıl bahaneler ürettiği de herkesin malumu. Her ne kadar AB, Türkiye’nin demokratik gelişmişliğinin, insan hak ve özgürlükleri seviyesinin, ekonomik kalkınmışlığının yetersizliğini; nüfusunun kısa sürede hazmedilemeyecek oranda ve Birlik içerisindeki karar alma süreçlerinde yepyeni dengelere yol açacak büyüklüğünü gerekçe gösterse de, bu ayak sürümede kültürel sebeplerin de önemli bir faktör olduğu bilinmiyor değil.
Yine de tüm bunlar sadece ve sadece Türkiye’nin nihai olarak AB’ye üye olup olamayacağı ile ilgili konular. Üyelik perspektifinin uzak ve flu olması Türkiye’nin demokrasisini geliştirmesine, temel insan hak ve özgürlüklerinin çıtasını yükseltmesine, ülkeyi şeffaf ve hesap verebilir bir yönetime kavuşturmasına neden engel olsun ki? Siz bugüne kadar hiçbir Avrupalı liderin Türkiye’nin yüksek demokratik standartlara, temel insan hak ve özgürlüklerine erişmesi yönünde attığı adımlardan, gösterdiği çabalardan rahatsız olduğunu duydunuz mu?
Kolayca hatırlayacağınız gibi AB üyelik sürecinde baş gösteren bazı sıkıntı ve gecikmelerle ilk karşılaşıldığı yıllarda “Gerekirse Kopenhag Kriterlerini alır Ankara Kriterleri haline getirir, yolumuza öyle devam ederiz” diyen Başbakan Erdoğan’dan başkası değildi. Yine hükümet çevrelerinden “önemli olan üyelikten ziyade sürecin devam etmesidir” görüşünü sıklıkla duymuyor muyduk? Peki ne oldu da, neler değişti de birden AB’den ve Türkiye’nin üyelik sürecinden bir “sıkıntı” olarak bahseder hale geldik. AB’nin üyelik için Türkiye’den talepleri mi değişti? Dün kendi ülkemize de taşımak için dört elle sarıldığımız AB’nin demokratik, hukuki, siyasi ve ekonomik normları mı değişti?  Yoksa bu değerlere yönelik sorunlu bir yaklaşım geliştirmeye başlayan biz mi olduk? Ne oldu da Sayın Başbakan, bugünkü başarılarına temel teşkil eden tüm reformları uğruna gerçekleştirdiği AB’yi bir “sıkıntı” şeklinde görür hale geldi? AB ve normları yerli yerinde durduğuna ve değişmediğine göre pozisyonunu ve değerler tercihini değiştirenler sakın bizim yetkililer olmasın!
AKP’nin bazı önde gelenlerinin ve Başbakan’ın son dönemdeki eylem ve söylemlerine baktığımızda aslında kendi içerisinde bir tutarlılıkla hareket ettiklerini görürüz. Aslında Başbakan’ın AB’yi artık sıkıntı olarak görmesi, ŞİÖ’ye üye olmayı istemesi de bu tutarlılığının bir gereği. Yaşananları ardarda sıraladığımızda bu tutarlılığın muazzam derinliğini eminin siz de fark edeceksiniz.
Mesela, NATO ülkesi olmasına rağmen, üstelik haklı sebeplerle de olsa, savunma füze sistemlerini Çin’den alma kararını alan Erdoğan hükümetinin ŞİÖ’ye üye olmak istemesi neresinden bakarsanız bakın bir tutarsızlık değildir.
Yine AKP’nin çok ani bir kararla Avrupa’nın merkez sağ çatı partisi olan Avrupa Halk Partisi’nden (EPP) ayrılıp Avrupa-şüphecisi Avrupa Muhafazakar ve Reformcular (AECR) grubuna katılması da AB’yi bir “sıkıntı” olarak gören yaklaşımla büyük bir tutarlılık içerisindedir.
İlk dönemlerindeki demokratikleşme, sivilleşme ve reform başarılarıyla göz doldurarak, herkesin takdirini kazanan AKP’nin son dönemde giderek artan şekilde otoriterleşme eğilimleri içine girmesi, tepeden inmeci, dayatmacı o eski devletin hastalıklarını tekrarlamaya başlaması ile AB’ye karşı ŞİO tercihini öne çıkarması arasında da herhangi bir çelişki bulunmamaktadır.
Başbakan Erdoğan’ın, oldum olası Avrasyacı ve ulusalcı görüşleriyle bilinen Yiğit Bulut’u herkesin şaşkın bakışları arasında başdanışman yapmasının da son süreçteki tercihleriyle çelişen herhangi bir tarafı yoktur. Daha 5 yıl öncesine kadar sürekli AKP hükümetini ve Başbakan’ı eleştirerek Batı karşıtı, Avrasyacı, ulusalcı görüşlerini dile getiren Bulut’un sert ve düşmanca eleştirilerinin yerine bugüne sadece Erdoğan’a abartılı övgülerini koyarak yine tamamen aynı görüşlerini dile getirmekte olduğunu gören sanırım sadece ben değilimdir.
Peki Türkiye’nin ihtiyacı olan gerçekten AB midir, yoksa ŞİÖ müdür? Hiç şüphesiz ki ŞİÖ ihmal edilemeyecek kadar önemli bir örgüttür. ŞİÖ, 6 üyesiyle dünya nüfusunun dörtte birini, gözlemci statüsündeki üyeleri ve diyalog ortakları ile birlikte dünya nüfusunun yarısını oluşturan bir devdir. 1996 yılında savunma, terörizm ve aşırıcılıkla mücadele amacıyla kurulan bir güvenlik örgütü olsa da bugün geldiği noktada ekonomi ve ticaret başta olmak üzere her türlü işbirliğinin bir bölgesel platformuna dönüşmüş durumdadır.
Hali hazırda ŞİÖ’nün diyalog ortaklarından biri olan Türkiye’nin elbette bu örgütle yakın işbirliği içerisine girerek örgütün üyesi olan ülkelerle ekonomik, ticari ve sosyo-kültürel ilişkilerini geliştirmesinde bir mahsur yoktur. Bu ülkelerin Türkiye için ekonomik işbirliği bakımından güçlü ortaklar haline gelmelerinde de bir sıkıntı yoktur. Ancak demokratik normlar, temel insan hak ve özgürlüklerini ilgilendiren ilke ve standartlar açısından ŞİÖ ülkelerinin Türkiye için tercihe şayan değerler barındırmadığı da son derece aşikârdır.
Mesela, ŞİÖ’nün en büyük kurucu ortaklardan biri olan Çin’in belirli değerler çerçevesindeki performansına isterseniz şöyle bir bakalım: Çin, Dünya Genel Demokrasi ve Denetim sıralamasında 150 ülke arasında 124. sırada bulunuyor. Siyasal haklar konusunda 7 puanlık kademelendirmede 7. sırada yer alıyor. Sivil özgürlükler konusunda yine 7 puanlık kademelendirmede 6. sırada kendisine yer bulabiliyor. Basın özgürlüğü sıralamasında 150 ülke arasında 141. sırada geliyor. Yolsuzlukta ise 149 ülke arasında 61. sırada.
Son dönemde benimsediği anlaşılması zor siyasi tercihlerle evrensel demokrasi ve hukuk ilkeleriyle arası giderek açılan Başbakan Erdoğan ve hükümeti Batılı başkentlerden artan şekilde eleştirilere muhatap oluyor. Belli ki Başbakan Erdoğan’ın canı bu eleştirilerden fena şekilde sıkılıyor ve bu yöndeki eleştirileri kendisine ve hükümetine yöneltmeyecek yeni ortaklar arayışına girmiş bulunuyor.
 Ekonomik kalkınma motivasyon ve hedefleri açısından başarılı sonuçlar bile verebilecek bu yeni arayışın, sıra ülkemizde zaten kırılgan olan demokrasiye, yetersiz olan temel hak ve özgürlüklere ve bir türlü tesis edilemeyen adalet/hukuk üzerinde geri döndürülemez yıkıcı etkileri olacağından kimsenin şüphesi olmasın.
Öte yandan, gelişmiş bir demokrasiye, yüksek hak ve özgürlükler standartlarına, hesap verebilirlik ve şeffaflık ilkelerine sahip bir ülkeni ekonomik gelişmesinin de hızlı olduğunu pek çok örneği vardır. Ancak otoriter veya totaliter yöntemlerle yönetilen ülkelerin ekonomilerini şöyle ya da böyle büyütülebilse bile halkına sürdürülebilir bir huzur, adilane paylaşılan bir refah, özgürlükleri halel getirmeyen güvenlik ve herkesin gıpta edeceği bir onur getirdiklerinin örneklerini bulmak oldukça zordur. 

English: http://todayszaman.com/columnist/bulent-kenes_332264_european-union-as-source-of-inconvenience.html