29 Ekim 2013 Salı

Siyaset ve medyada nefret söylemi



Türkiye, Salı günü kuruluşunun 90. yıldönümünü kutladığı Cumhuriyet tarihi boyunca pek çok güzel gelişmenin yanı sıra ayrımcılıklar, haksızlıklar, adaletsizlikler, zulümler, nefret suçu ve nefret söylemlerine de sahne olmuştur. Dininden, inancından, dilinden, ırkından, kültüründen, cinsel yöneliminden, sosyal statüsü veya fiziki özelliklerinden dolayı toplumun farklı kesimleri sürekli olarak bir nefret objesine dönüştürülmüş ve bunun üzerinden akıl almaz ayrımcılıklar gerçekleştirilmiştir.
Sorunun boyutları toplumun farklı kesimlerinin sadece farklılıklarından dolayı “ötekileştirilmesine”, baskılara, yağmalamalara ve katliamlara maruz kalmalarına, kamu alanının tamamından veya bir kısmından dışlanmalarına kadar varmıştır. Son yıllarda başlayan ve halen devam eden söz konusu yanlışları tüm düzeltme çabalarına rağmen ne yazık ki bugün de bu türden sorunlar hayatımızın birer parçası olmaya devam etmektedir. Hatta bazen bu konuda bir alandaki iyileşmeye paralel olarak bir başka alanda kötüye gidiş bile görülmektedir.  
Hiç şüphesiz hükümetin açıkladığı kısıtlı “demokratikleşme paketi”nde yer alan suç saikiyle nefret söylemi ve nefret suçuna dair yasal düzenleme vaadi iyiye doğru işaretlerden biridir. 1990’ların sonunda uğradığı aşağılık bir medyatik linç kampanyası sonrası sığındığı Paris’te hayatını 2000 yılında kaybeden müzisyen Ahmet Kaya’ya 28 Ekim günü Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülü verilmesi de bu düzeltici faaliyetler kapsamında kayda değer cesaret ve önemdeki adımlardandır. Kürtçe dilinin önündeki engellerin kısmen de olsa kaldırılması, gayri Müslim vatandaşların haklarının -- henüz çok az da olsa-- kısmen iade edilmesi, henüz hiçbir sonuç alınamamış olsa da Alevilerle ilgili ciddi çalıştayların yapılması, dindar kadınların başörtüsü ile eğitimlerini sürdürmelerinin ve kamu sektöründe çalışmalarının önünün kısmen açılması ve benzeri gelişmeler de bu konudaki umut veren önemli adımlardandır.
Hiç şüphesiz ki, her türlü ötekileştirme ve ayrımcılığın özünü esas olarak nefret oluşturduğu için nefret söylemi ve nefret suçları ile ötekileştirme/ayrımcılık arasında doğrudan bir bağ vardır. Çünkü hiçbir ayrımcılık, ayrımcılığa uğrayanı farklı kılan kimlik özelliklerinden ve ayrımcılığı yapanın kendisinden farklı gördüğü bu kimlik özelliklerine duyduğu nefretten bağımsız düşünülemez. Geçtiğimiz hafta sonu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı - Medialog Platformu’nun Çok doğru bir zamanlama ve toplumun değişik kesimlerinden çok doğru aydınlarla Heybeliada’da düzenlediği “Medyada İfade Özgürlüğü Perspektifinde Kutsala Saygı ve Nefret Söylemi” konulu toplantıda da kısaca bu görüşleri dile getirdim. Katılımcılar için de son derece bilgilendirici/bilinçlendirici geçen bu toplantıdan çıkan görüşler bir bildirgeyle kamuoyuna da duyuruldu.
Söz konusu bildirgede nefret söylemi ile nefret suçları, hem Türkiye’de hem de dünyada mücadele edilmesi gereken önemli bir mesele olarak gösterildi. Nefret suçuyla ilgili yasal düzenlemelerin önemine işaret edilirken, bu konudaki adımların ülkemizde zaten sorunlu olan ifade özgürlüğünü daha da kısıtlayıcı yeni bir engel getirmemesi gerektiği vurgulandı. Nefret söyleminin ve kutsala hakaretin deşifre edilmesi yönünde izleme ve raporlama gibi sivil çalışmalara ağırlık verilmesi istenen bildirgede, devlet içindeki kimi legal ve illegal yapıların ayrımcılıktaki tayin edici rolüne de dikkat çekildi. Toplantıda dile getirilen toplumsal kesimlerin ve bireylerin büyük mağduriyetlerine yol açan bu sorunun giderilmesi yönündeki birçok görüş ve teklif bildirgede ana hatlarıyla yer aldı. (Bakınız: http://www.medialogplatform.org/Haberler/Detay/2510/ )
Öte yandan, toplantının katılımcılarından ilahiyatçı-yazar Ali Ünal’ın yaptığı sunum özellikle İslam dininin konuya nasıl baktığını özetlemesi bakımından son derece önemliydi. Ünal’ın anlattıklarından anladığım İslam’ın özgürlükçü yorumunun hakaret (defamation) ve tezyif (blasphemy) defa içermediği müddetçe ifade özgürlüğünün önünde herhangi bir engel oluşturmadığı gibi farklı inanç ve felsefi görüş sahiplerine karşı da herhangi bir nefret söylemini gerektirmediği yönündeydi.
Ali Ünal’ın yaptığı sunumdan yaptığım şu genişçe alıntı sanırım nefret suçu, nefret söylemi ve kutsala saygı bağlamındaki konuşmanın iyi bir özeti niteliğindedir:
“Dini inanca ve kutsala saygı, temel insan hak ve hürriyetleri içindedir ve herkes için geçerlidir. Dolayısıyla benim bu hakkı kendi adıma kullanmam, başkalarının aynı hakkını da korumamı gerektirir. Madem kutsal, inanç ve onu yaşama en temel insan hak ve hürriyetleri içindedir, öyleyse o, nefret söylemine tabii tutulamaz; bu, mukabil ihlali getirir ve bu da çatışma demektir. Bir insan, kendi inancını ve düşüncesini daha doğru görebilir, onu savunabilir, anlatabilir, usulü dairesinde tebliğ edebilir; ama bunu yaparken başkalarının düşüncesini ve inancını tezyif edemez, aşağılayamaz. Bunun gibi, bir düşünce ya da inanç da, ilmi olarak tenkit edilebilir, tanımı yapılabilir; fakat tenkit de, tanım da hakaret, tezyif ve aşağılama içeremez. Dolayısıyla, düşünce ve ifade hürriyeti, asla kutsala, başkalarının inanç ve düşüncesine, daha önce sözü edilen ferdin asli hak ve özgürlüklerine sözlü veya fiili tecavüze gerekçe olamaz. Tebliğ ile hakaret ve tezyif; nefret söylemi ile tanımlama ve hakaret ve kışkırtma ile ilmi eleştiri arasında farkın muhakkak korunması gerekir.”
İletişim ve ulaşım imkanlarının gelişip hızlanmasıyla gittikçe daha da küçülen dünyamızda geçmişte birbirine son derece uzak kültürler her geçen gün daha da iç içe girmekte ve birbirlerinden onca farklılıklarıyla tüm insanlık adeta küçücük bir odada yaşıyormuş gibi bir hal almaktadır. Bu daralan alanda tüm farklılıklarla kavgasız, gürültüsüz, çatışmasız bir şekilde huzur ve barış içinde bir yaşam ancak karşılıklı saygı ve nefret söyleminden arınmış bir “birlikte barış içinde yaşama” kültürü ile gerçekleştirilebilir. Hal böyle iken, özellikle siyasetçilerin ve medyanın daha fazla siyasal nüfuz ve güç için kendi aramızdaki en ufak farklılıkları bile iyice belirginleştirerek bunları kutuplaştırıcı fay hatlarına dönüştürme çabaları ne kabul, ne de tasvip edilemez.
Bir taraftan ayrımcılık, nefret söylemi ve nefret suçuna zemin hazırlayan ırkçılık, yabancı düşmanlığı (xenophobia), İslamofobi, anti-Semitizm ve benzeri yaklaşımlarla küresel ve yerel anlamda mücadele edilirken, yeni nefret objeleri oluşturma konusunda Türk siyaseti ve medyasının büyük bir aç gözlülükle çaba harcaması anlaşılır gibi değildir. Sadece Haziran ayındaki Gezi Parkı protestoları kapsamında karşılıklı üretilen nefret söylemi bile gittikçe daralan dünyamızda hayatı birbirimize nasıl dar ettiğimizin somut bir göstergesidir.

English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes-330102-hate-speech-in-politics-and-media.html

24 Ekim 2013 Perşembe

Yeni Türkiye’nin yeni medya düzeni



Çoğulcu, bağımsız ve özgür medya demokrasilerin olmazsa olmazıdır. Bir ülkede demokrasinin kalitesini, kalibresini ve o ülkede hukukun özgürlüklerden yana olup olmadığını anlamak için başka bir şeye değil, medyasının ne kadar özgür olduğuna, gazetecilerinin kendilerini ne kadar özgür hissettiklerine bakmanız yeter.
Türkiye’de tüm diğer özgürlük alanları gibi basın ve ifade özgürlükleri alanında da hep sorunlar olagelmiştir. Dönemsel ve nispi rahatlamalar istisna tutulursa ülkedeki baskın yasakçı iklimin oluşturduğu baskılar medyada hep bir çeşit oto-sansürü gerektirmiştir. Bu baskı bazen doğrudan devrin muktedirin talimatlarıyla gerçekleştirilmiş, bazen de medya sahiplerinin diğer sektörlerdeki işleri üzerinden köşeye sıkıştırılmasıyla sağlanmıştır. Bu yüzden de medya-siyaset ilişkisi bu ülkede hep önemli bir sorun ve tartışma konusu olmuştur.
“Medya-siyaset ilişkisi” aslında geçmişin gerçeğini tanımlamak için kullanılan bir kalıp. Bu kalıp medyada güç kazanan bazı iş çevrelerinin ordu ve çevresinde yapılanan vesayetçi sistemle işbirliği içerisinde ve kendi çıkarları doğrultusunda siyaseti şekillendirip yön verdiği, hükümetler kurup hükümetler yıktığı dönemi tanımlar. Birer açık toplum olması gereken demokrasilerde bu türden bir ilişki elbette ki tasvip edilemez. Ancak bugünün sorunu “medya-siyaset ilişkisi”nden ziyade “siyaset-medya ilişkisi” üzerinde düğümleniyor.
Yani bugün asıl sorunumuzu medyanın siyasete müdahalesinden ziyade siyasetin medyaya müdahalesi ve medya mühendisliği oluşturuyor. Bu yüzden de sorun sürekli hükümet övgüsü yaptıkları için iktidarca beğenilen bazı gazetecilerin öne çıkarılması, muhalif görülen bazı tecrübeli ve değerli gazetecilerin ise işlerinden edilmesinden çok daha derin ve yapısal. Hükümetin bu konudaki faaliyetleri iktidarının ilk yıllarına kadar uzansa da özellikle derin devlet güçleri ve cunta yapılanmalarına karşı verdiği ayakta kalma mücadelesinde kısmen başarılı olmaya başladığı 2006 yılından beri hız kazanmıştır. 10 yılı aşkın bu süreçte medya sektöründe yaşananları şöyle bir gözümüzün önüne getirdiğimizde ne demek istediğim daha iyi anlaşılır.
Mesela, Türkiye’de sonuna kadar hak ettikleri berbat bir şöhrete sahip olan Uzan Grubu’nun medyasına TMSF tarafından nasıl el konulduğu, bu grubun medyasının yıllarca hükümetçe atanmış isimler tarafından nasıl yönetildiği malum. Uzan grubunun medya organlarının nasıl satıldığı da ortada. AKP’ye en yakın medya grubunun hali hazırda Uzanlara ait bir binada faaliyet gösteriyor olması bile durumu özetlemeye yeter. Ama yine de bazı ayrıntılar vermek istiyorum.
TMSF’nin el koyduğu Star TV açık ve rekabetçi bir ihale ile Doğan Grubu tarafından satın alınmıştı. Gazetenin ise hükümete daha yakın birileri tarafından alınması arzu ediliyordu. Değerli bir madenin işletmesine talip olan muhafazakar bir işadamından maden işletme hakkını verme karşılığında Star gazetesini alması ve hükümet lehine yayıncılıkta kullanması istendi. İşadamı bunu kabul etti. Ancak ihale açıldığında gazete için öngörülen miktarın piyasa değerlerinin üzerinde olduğunu gören bu işadamı ihaleden çekildi ve gazeteyi almadı. Gazete TMSF’nin elinde kalmaya bir süre daha devam ederken hükümet söz konusu işadamına sözünde durmadığı gerekçesiyle yoğun bir baskı yapmaya başladı. İşadamı da panikle bu baskıyı dindirecek bir arayışa girip piyasa değerinde bulduğu bir gazeteyi apar topar satın almak zorunda kaldı. Daha sonra yeniden ihaleye çıkılan Star gazetesi için de teklif verdiğinde artık bu gazeteyi almasına müsaade edilmeyecekti.
Bu örnek ileriki yıllarda defalarca uygulanacak bir modeldi aslında. Bu modelin mantığını kamu imkanlarından faydalandırılan sermaye sahibine bir diyet olarak medya şirketi kurdurmak ya da bir medya grubunu aldırarak hükümet lehine yayıncılığa zorlamak oluşturuyordu. Türkiye’nin o dönem ikinci en büyük medya grubu olan ve yine bu grubun patronunun bankacılık sektöründeki faaliyetlerindeki yanlışlarından dolayı TMSF tarafından el konulan Sabah Grubu’nun el değiştirmesi sürecinde de aynı model uygulamaya konuldu.
Büyük şirketlerin ağzını sulandıran bir rafineri inşaatı yarışmacı bir ihale yerine Başbakan Erdoğan’ın tercihini ihaleden çok önce dile getirerek “bu rafineri ihalesi falanca kardeşimin” dediği kişiye verildi. Bu ve buna benzer büyük inşaat ve enerji ihalelerinde gözetilmenin elbette bir bedeli, bir diyeti olacaktı. Hem de ne diyet! Neticede, bu işadamımızın söz konusu grubun medya varlıklarına 1,1 milyar dolar ödemesine en fazla, yakın çevresine “Sahibi olduğum medya grubu bütünlüğünü korumuş olsaydı dahi bugün en fazla 500-600 milyon dolar ederdi” diyen grubun eski sahibi şaşırmıştı.
Aslında şaşırılacak bir şey yoktu. Nihayet medya grubunu alan işadamı da Körfez ülkelerinden bulduğu ortakla aşağı yukarı o kadar para ödemişti. Geriye kalan 600 milyon dolar ise, grubun değerinin üzerinde ödenen paranın oluşturduğu risklerden dolayı hiçbir özel banka vermeyeceği için, kamu banklarının karşıladığı krediyle tamamlanmıştı.
Olayın özeti şuydu: Bir işadamının önü kamu imkanları kullanılarak açılıyor gibi görünse de aslında önüne konan diyeti itirazsız karşılaması ve hükümetin talimatlarının dışına çıkmaması için kamuya borçlandırılıyordu. Zaten söz konusu işadamının güya sahibi olduğu medya grubu üzerinde en ufak bir tesirinin olmadığı, medyasının hükümetin atadığı bir yönetici tarafından tamamen hükümet ve oluşmakta olan yeni vesayetçi yapının çıkarlarına göre yayıncılık yaptığı gazeteciler arasında en fazla konuşulan konulardan biri haline gelecekti.
Bu anlattıkların şimdi yazacaklarımla mukayese edildiğinde o kadar vahim sayılmaz. Çünkü en azından şekli prosedürler takip ediliyordu. TMSF tarafından ihaleler açılıyor ve birileri şöyle ya da böyle o ihaleyi kazanıyordu. Son dönemde benzer operasyonlarda bu şekli prosedürlere bile riayet edilmez oldu. İnanmayan başka ticari alanlardaki sorunlardan dolayı yine TMSF tarafından el konulan Çukurova Grubu’na ait Show TV, Akşam gazetesi, SkyTürk başta olmak üzere yayın organlarının nasıl ve hangi hızla el değiştirdiğine bir bakıversin.
Türkiye’nin en yaygın izlenen TV kanallarından biri olan Show TV, el konulduktan sonra sadece ve sadece bir-iki hafta içerisinde bir başka medya grubuna satıldı. İşin garibi ise geçmişte nispeten bağımsız bir yayıncılık yapmaya çalışan bu grubun söz konusu televizyonu satın almasından sonra bu özelliğinde ciddi zaafların başlaması oldu. Hükümet TMSF’yi kullanarak aslında Show TV’yi bu gruba vermemişti, grubun sadakatini Show TV’yi vererek elde etmişti. Bir-kaç yıl önce Doğan Grubu üzerinde kurulan baskı sonucu satışa çıkarılan Star TV’nin yeni sahibinin medya grubunun başına da bu gelmemiş miydi?
Çukurova Grubu medyasının geriye kalan kısmının hikayesi ise daha bir tuhaf. Akşam gazetesi ve SkyTürk televizyonu ile dergileri kapsayan kısmını önce, tabii yine ihalesiz olarak, yakınlarda 26.1 milyar euro’ya tartışmalı İstanbul 3. Havalimanı ihalesini kazanan Cengiz-Kolin-Limak-Mapa-Kalyon konsorsiyumunun aldığı açıklandı. Daha sonra 26,2 milyar euro’luk ihalenin diyeti olarak bu medya grubu az bulunmuş olmalı ki, açıklamadan 2 hafta sonra konsorsiyumun alımdan vaz geçtiği duyuruldu. Söz konusu medya organlarını ise TMSF’nin satışa çıkardığında ikinci turda Star gazetesini almış olan hükümete yakın bir işadamı satın aldı. Belki bir şekilde hukuka uydurularak ya da duruma hukuk uydurularak, bu işlem yine ihalesiz ve yine gerekli prosedürler çalıştırılmadan gerçekleştirildi.
3. Havalimanı konsorsiyumu için ise büyük diyetin görüşmeleri bildiğim kadarıyla hala devam ediyor. Sabah grubunu alan işadamının aşırı yükten iflahı kesilmiş olmalı ki bu gruba yeni bir patron aranıyor ve hükümetten 26,1 milyar euro’luk iş alanlardan, yani modelimiz gereği hükümete büyük bir diyet borcu olanlardan, daha uygun bir aday da bulunamıyor.
Öte yandan, en azından yaptıkları meşru ticari işler için bile kamu otoritesinin iznine müracaat etmek zorunda olan, ama zaten kamuyla pek çok işleri olan diğer medya grupları ise patronlarının çıkarı üzerinden kolayca susturulup, sindirilebiliyor. Patrona rağmen doğru bildiği gazeteciliği yapmaya çalışanlar ise ne kadar değerli, ne kadar şöhretli ve tecrübeli olurlarsa olsunlar tek tek işlerini kaybediyor.
Bütün bu vahim fotoğrafa rağmen milletvekili olduktan sonra hükümetin iki gazetesinde birden yazı yazmaya başlayan Başbakan’a en yakın başdanışmanlarından biri çıkıp insanların aklıyla alay eder gibi hükümetin medya mühendisliği yapmadığını söyleyebiliyor. Bize de o destansı Yeni Türkiye’nin bu yeni medya yapısından bağımsız ve özgür gazetecilik beklemek düşüyor. Herhalde daha çok bekleriz… 

English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes-329703-the-new-media-order-of-the-new-turkey.html
 

23 Ekim 2013 Çarşamba

Yeni Türkiye bu mu?



Aslında memleketin geldiği durumu, Türkiye’nin en edebi köşe yazarlarından biri olan ve hayatı boyunca yazdıkları daha ziyade muhafazakar demokrat kitleler tarafından okunan Zaman gazetesi yazarı Ahmet Turan Alkan aylar öncesinden ortaya net bir şekilde koymuştu.
19 Ağustos 2013 tarihli yazısının başlığı “Hava puslu, suskun ve ağır” idi. Ahmet Turan Alkan, bir devlet üniversitesinde öğretim üyesiyken, yani bir “devlet memuru” iken, yaşamak mecburiyetinde kaldığı 2007 müdahalesine doğru giden süreç ile artık devlet memuru olmadığı içinden geçmekte olduğumuz ve henüz adını tam olarak koymakta bile yine içinde bulunduğumuz ortam gereği güçlük çektiğimiz yeni süreci mukayese ediyordu.  “Nerde o günler?” diyen Alkan o yazısında şunları söylüyordu:
2007’ye giden süreçte devlet memuruydum ve bir üniversitede becerebildiğim kadarıyla ders veriyordum. “Akademisyen” kimliğim vardı. O dönemde yazdıklarımı okuyanlar ve her şeye rağmen 2547 sayılı kanuna bağlı “memur” kimliğimi bilenler, özel sohbetlerde, ‘Âmirlerin (rektör, dekan vb.) sana karışmıyorlar mı, rahatsız ediliyor musun?’ diye sorarlardı. Şimdi Ergenekon davasından hükümlü paşa ve yazarların ayda en az bir kere öğrencilere davet üzerine konferans verdiği zamanlardı, yani üniversite yönetimi ile esasen bir doku uyuşmazlığı vardı. Soranlara hep şöyle cevap verdim, ‘Hayır, hiç rahatsız edilmiyorum; ne açık ikaz, ne bir imâ; bilakis bana karşı mesafeli bir saygı duyduklarını hissettim hep.’
Bu doğru. Yazdıklarımdan ötürü ne YÖK, ne de üniversite yönetiminden baskı görmedim; yazdıklarıma bakıyorum şimdi: Hiç de ‘ortaya karışık salata’ cinsinden suya sabuna dokunmaz şeyler değildi. Bu hadiseyi sorulan her yerde yukardaki haliyle anlattım, şahitlerim vardır.
‘2007’ye akan darbe arifesi günlerinde mi fikren rahattın, şimdi mi?’ diye sorsalar şöyle cevap veririm; nerde o günler?
‘Bu biraz ağır bir hüküm değil mi?’ diye düşünenler çıkabilir; ağırını hafifini bilmiyorum; zihni rahatlık ve fikrî hürriyet bakımından o dönemde daha iyi durumda olduğumu söylüyorum…”
Aylardır şahsımı ve editörlüğünü yaptığım Today’s Zaman’ı hedef alan saldırıları, toplu linç kampanyalarını, tehditleri, akla gelebilecek her türden karakter suikasti çabalarını ve demonizasyonu korkarım ki ben Ahmet Turan Alkan kadar edebi bir dille anlatamayacağım.
Malumunuz Today’s Zaman, ileride bütün detaylarıyla yazmayı düşündüğüm, “yeni medya düzenine” uymamakta direnen bir gazete. Evrensel gazetecilik ilklerine sadık kalmaya çaba harcayan, daha doğrusu bu ilkelere sadakate “cesaret edebilen”, birkaç bağımsız gazeteden biri. Yanlış okumadınız Yeni Türkiye’de evrensel medya etik ilkelerine sadık kalabilmek artık ciddi bir cesaret konusu olmuş durumda. Şayet bugünün Türkiye’sinde gazetecilik yapıyorsanız kamu yararını gözeterek yaptığınız her haberin, attığınız her başlığın bir bedeli olacağını hesaplamak zorundasınız. Ülkemizde cinsi ve çapı her ne olursa olsun bu bedeli peşinen göze almak namuslu gazeteciliğin artık olmazsa olmaz bir şartı haline geldi. Özellikle yaptığınız haberler, hükümetin  her ne konuda olursa olsun aldığı pozisyonu gözü kapalı alkışlamıyorsa.
Diyebilirsiniz ki; “iyi de eskiden de şartlar böyle değil miydi?” Haklısınız… Aşağı yukarı böyleydi. Eee ama biz hani demokratikleşme uğruna onca mücadele vermiş, onca badire atlatmamış mıydık? Sivil siyasetçilerimizin liderliğinde ülkemizi fikir özgürlüğünün, ifade özgürlüğünün ve basın özgürlüğünün olmazsa olmaz olduğu Batılı standartlarda bir demokrasiye daha da yaklaştırmamış mıydık? Evet, öyle sanıyorduk... Yanılmışız... Hatta hep iyi niyetle yaklaştığımız mevcut hükümetten daha fazla demokrasi ve daha fazla hak özgürlük konusunda beklentilerimizden dolayı uzun süre okurlarımızı da yanıltmışız.
Bu konuda benzer bir yazıyı daha önce de yazmıştım. Maalesef durum o günden bu yana daha iyiye değil, kötüye gitti. Son olarak geçtiğimiz hafta içinde Today’s Zaman, Washington Post gazetesinde ve Jewish Press’te MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı hedef alan yazı ve tehditleri gazetecilik ilke ve standartları çerçevesinde haberleştirdi diye görülmedik bir baskı ve yıpratma kampanyasının hedefi haline getirildi. AKP yanlısı bir gazetede yazan bir gazeteci (ki kendisi birkaç yıl öncesine kadar AKP karşıtı idi) işi “Haberi aktarırken neden haberinizde söz konusu haberleri kınayıcı şahsi görüşünüzü de yazmadınız!” diyecek kadar işi akıl almaz boyutlara taşıdı.
Sadece işini, yani gazetecilik yapmaya çalışan Today’s Zaman ve şahsım Türkiye’ye, hükümete ve MİT müsteşarına karşı başlatılan bir uluslararası komplonun “parçası”, “işbirlikçisi”, “taşeronu” olmakla ve hatta “vatana ihanet”le suçlandık. İşi iyice ileri götürüp MOSSAD’a, CIA’ye çalıştığımızı söyleyenler bile oldu. Şahsıma yönelik akıl almaz diğer hakaretler ve aşağılamalara değinmek bile istemiyorum. AKP’nin kamu bütçesinden ödediği maaşlarla birer “lejyoner” gibi istihdam ettiği danışmanlar ordusunun yönetiminde örgütlenen binlerce insan, ben bunlara sanal milis diyorum, sosyal medyanın her türlü kanalından üzerimize saldırtıldı. Yine aynı ekipler tarafından kurulan kara propaganda amaçlı internet sitelerinde sürekli ve sistematik bir şekilde demonize edilerek hedef haline getirildik. Oysa konuyla ilgili yaptığımız haberler herhangi bir gerçek gazetenin yapması gerekenden ne daha fazla, ne da daha azdı.
Hrant Dink’in dönemin güç odaklarına yakın medya tarafından düzenlenen ve son dönemde bize yönelik olana benzer kampanyalar neticesinde öldürüldüğü akıllarda tutulacak olursa, bu işin nereye varabileceğine dair ciddi endişelenmek gerekir. Biz de endişelenmiyor değiliz. Ama, gazetecilik ilkelerine uymanın artık her türden bedeli göze almayı gerektirdiğini peşinen söylemiştim.
Evet, halkın doğru bilgi alma hakkını temin için en azından şahsım adına bu bedeli de göze aldığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Bünyesinde yayın yaptığım medya grubu her gün şiddeti daha da artan ve daha da çirkinleşen bu tazyiklere ne kadar dayanabilir bilemiyorum. Onun kararını verecek olan elbette ben değilim, üst yönetimdir. Ama en azından şahsım adına şöyle bir söz verebilirim: Ne pahasına olursa olsun, hakperest gazetecilikten hiçbir ödün vermeden, bu işi yapmaya devam edeceğim.
Beni bunları yazmak zorunda bırakanlara dair nihai değerlendirme hakkımı da şahsına ve fikirlerine büyük saygı duyduğum Ahmet Turan Alkan’a bırakmak istiyorum: “Tenkidi düşmanlık, düşmanlıktan öte harp ilanı saymak sağlık alâmeti sayılır mı? Eleştirdikleri, tereddüd ve endişelerini belirttikleri için -velev ki yanlış olsun- fikir sahiplerinin başına bir takım kiralık isimleri musallat etmek, bana çareden çok çaresizlik gibi görünüyor, gerçekten üzülüyorum.”

English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes-329318-is-this-the-new-turkey.html

Utanç


Bazen bir duygu ve düşünceyi hakkıyla ifade etmek için sayfalar dolusu yazı yazmak gerekir. Bazen ise o baskın duygu ve düşünceyi ifade için bir cümle yeter. Hatta bazen öyle bir durumla karşı karşıya kalınır ve öyle bir yoğun duyguya kaptırır ki insan kendini adeta söyleyecek söz bulamaz. Sayfaların, paragrafların, cümlelerin anlatamadığı şey içinize bazen bir enerji saçan dinamo, bazen bir yumruk gibi yerleşen o duyguda karşılığını bulur adeta. Bazen bu duygu kabına sığmaz bir coşku ve sevinç olur. Bazen dayanılmaz bir acı, hüzün ve öfkedir sizi sarmalayan. Bazense şahit olduklarınız yüzünüzü kızartır ve taşıyamayacağınız bir utanç olup bağrınıza yerleşir.
  Türkiye’de bir askeri muhtıra sonrası kurulan ara rejimin 1971 yılında kapısına kilit vurarak eğitim faaliyetlerine son verdiği Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılmasına dair süren tartışmalar karşısında ben şahsen bu duyguyu yaşıyorum. Hissettiğim duyguyu anlatmak için “shame” dışında söyleyecek bir kelime de bulamıyorum. Aslında halden anlayanlar bilirler ki bu tür utanç verici durumlarda kelime israfına zaten gerek yoktur. Ruhunuzu bir mengene gibi sıkıştıran o kesif hissin kelimelere dökülmesi dahi aslında lüzumsuzdur. Okumanız için şu an bu yazıyı kaleme alırken benim işte böyle lüzumsuz bir  işle uğraşmakta olduğumu bilin.
Yazıya öncelikle bir itirafla başlayayım. Dini inanışı veya etnisitesi çoğunluktan farklı olan kendi vatandaşlarımızın en tabii haklarını bir başka ülkenin azınlıktaki kendi vatandaşlarına yönelik anti demokratik uygulamalarına karşı bir pazarlık unsuru haline getirmenin çoğulcu, özgürlükçü demokrasi anlayışıyla, her vatandaşına eşit muamele etmesi gerektiği varsayılan hukuk devleti olmakla nasıl bağdaştırılabildiğini doğrusu ben bir türlü anlayamıyorum. Demokrasiyi, hukuk devleti olmayı bir kenara bırakın tüm bunların bir insan, hele hele de Müslüman bir insan olmakla neresinin bağdaştığını samimiyetle merak ediyorum. Kendi vatandaşlarımızı birilerine karşı elimizde koz olarak tuttuğumuz rehineler gibi görme ahlakını sahi hangi ara, nereden edindik biz! Ağzımızı her açtığımızda büyük bir gururla bahsettiğimiz ve mirasçısı olmakla sürekli övündüğümüz atalarımızın hangi uygulamasından örnek aldık bu pejmürde pazarlıkçılığı? Sahi o atalarımızın gerçekten ne kadar mirasçısı olabildik?   
Sınırları içerisinde barındırdığı farklı inanç ve kültürlere bugün ulaştığımız medeniyet seviyesinde olduğundan bile daha geniş bir hoşgörüyle yaklaştığı için mirasçısı olmakla övündüğümüz atalarımızdan hangisi böyle davranmıştı? Osmanlı mı? Selçuklu mu?.. Hangi atamız şu tuhaf cümleleri son derece normal bir şey söylüyormuş rahatlığı içerisinde ifade ederdi dersiniz: “Bizim için Ruhban Okulu meselesinin çözümü, anlık bir meseledir. Biz bir şeyin iadesini yaparken, bir şeylerin de iadesini bekleme hakkına sahibiz. Fethiye Camisi ve diğer cami ile Batı Trakya’daki kardeşlerimizin baş müftü seçimini birlikte, aynı zamanda yapalım, o zaman biz ruhban okulunu da açarız…”
Anlayan varsa bana da açıklasın lütfen. Yunanistan’ın kendi toprakları üzerinde azınlık durumundaki Türk ve Müslüman vatandaşlarının en tabii haklarını inkar etmesi ve onlara bu açıdan zulmetmesi, kendi vatandaşlarımızın en tabii haklarını gasp etmemize nasıl bir meşruiyet sağlayabilir? Kendi halkımızın hak ve özgürlükleri ne zamandan beri başka ülkeyle giriştiğimiz bir pazarlığın konusu haline geldi? Bu devlet bir korsan devlet mi ki bir kısım vatandaşlarının hakkını iade etmek için bir başka ülkeden ayniyle bir çeşit fidye istiyor? Bu neyin pazarlığıdır? İlkeleri umursamıyor olsanız dahi, kendi vatandaşlarınızın haklarını teslim etmenin sizi ahlaken daha güçlü bir konuma getireceğini gerçekten göremiyor musunuz? Böyle bir moral üstünlüğün başka ülkelerdeki hak ihlalleri, baskı ve zulümlere karşı daha gür sesle mücadeleyi kolaylaştıracağını da mı hesaplayamıyorsunuz?
Yoksa bu ülkedeki farklı yaşam tarzlarına, farklı inançlara ya da etnisiyete sahip nispeten azınlıktaki vatandaşların haklarının hala tas tamam iade edilmemesi de bu hakları pazarlık konusu edecek bir muhatabın bulunamamasından mı kaynaklanıyor? Belki o da yapılır. Mesela Alevi vatandaşlarımızın hakları sorununu belki bir başka komşumuzda olup bitenlere dair pazarlıkla çözmek de istenir. Kürt vatandaşlarımızın en temel haklarının ise pazarlık konusu yapılacağı bir muhatap zaten çoktan bulundu… Terör örgütü PKK adım attıkça Kürt haklarının ucu gösteriliyor, PKK farklı davrandıkça Kürt vatandaşlarımızın hakları öteleniyor.
Sahi bizim uğruna yıllardır mücadele verdiğimiz demokrasi, insan hakları ve özgürlükler anlayışımız gele gele buraya mı geldi? Durum şayet buysa, hep birlikte geriletilmesi için çaba harcadığımız militarist-Kemalist devletle de, derin devlet çeteleriyle de boşuna uğraşmışız. Neticede, onlar da inançlarına, kültürlerine ve etnisitelerine göre kısımlara ayırdıkları vatandaşlarımızın en tabii haklarını ya tamamen inkar ediyorlardı ya da bugün olduğu gibi “mütekabiliyet” adı altında bir pazarlık mevzuu haline getiriyorlardı.
Şunu hepimiz artık anlamalıyız ki, 9. yüzyılda inşa edilmiş bir kilise binası üzerinde 1844’te eğitime başlamış Heybeliada Ruhban Okulu’nun 1971 yılında kapatılması hukuk devleti ve demokrasi olduğunu iddia eden bir ülkenin taşıyabileceği türden bir utanç değildir. Bu ülkede kala kala bir-kaç bin Rum vatandaşın kalmış olması nasıl ki devletin ve millet olarak hepimizin bir utancıysa, Ruhban Okulu’nun kapalı kaldığı her bir gün de bu hükümetin ve hepimizin bir utancıdır.
Tıpkı yıllarca Kürt vatandaşlarımızın Kürt kimliğini, muhafazakar vatandaşlarımızın dinsel görünürlüğünü, Alevi vatandaşlarımızın cemevi talebini reddettiği gibi 300 milyondan fazla bağlısı olan patrikhanenin ekümenikliğini inkar eden bu arkaik anlayışın artık tartışılmasının ve sorgulanmasının zamanı çoktan gelmiştir.
Atalarımızın tabii bir özgüven ve rahatlık içerisinde yüzlerce yıl bağrında barındırdığı ekümenik partikhaneyi yeniden bağrımıza basmanın vakti de çoktan gelmiştir. Ruhban Okulu’nun Ortodoks vatandaşlarımızın ve ekümenik patrikliğin arzu ettiği şekilde, “eğersiz” ve “amasız” olarak açılması bu yönde çok önemli bir adım olacaktır. Sayıları birkaç bine düşen sadece Rum vatandaşlarımız için değil 300 milyonu bulan Ortodoks camianın din adamı ihtiyaçları gözetilerek, tıpkı eskiden olduğu gibi, bu okula Türk vatandaşı olmayanların da devam etmesinin önü açılmalıdır. Açılmalıdır ki, millet olarak bu ilkel yasakçılığın hepimizi içine attığı o korkunç utançtan hep birlikte kurtulalım. 

English: http://www.todayszaman.com/columnist/bulent-kenes-328679-shame.html